KAYIP KIZ

Kadınlar Tarafından Kuşatılmış Erkekler: Gone Girl

“Gone Girl”, David Fincher sinemasının bir harmanı, tüm filmlerden izler ve parçalar taşıyan, bileşke bir eser. “The Game” ve “Fight Club” gibi oyunbozan,  “Zodiac” gibi türe farklı bir noktadan yaklaşan bir film. “Panic Room” ve “The Girl with the Dragon Tattoo” gibi tekinsiz, “Se7en” gibi sürprizlere açık. Fincher’in her filminden bir parça bulmak mümkün olduğu gibi farklı türlere de adı yazılabilir; kah dram, kah gerilim, polisiye ya da modern bir kara-film oluyor “Gone Girl”. Fincher da öyle, kabuk değiştiriyor sık sık, nerede ne yapması gerekiyorsa onu yapıyor. “Gone Girl”ün başarısı ve yönetmenin filmografisi içindeki yeri tartışmalı olsa da tipik bir Fincher işi olduğu gayet açık.

Filmin ne derece iyi olduğu, Fincher sinemasının o dev parçalarıyla baş edip edemeyeceği hususunda net bir karara varmak zor, zor olduğu kadar da sakıncalı. Her açıdan sindirilmesi ve zamana bırakılması gereken bir eser sonuçta. Bu nedenle, filmin dikkat çekici yönlerine odaklanmak ve onlar hakkında düşünüp konuşmak, filme not vermekten ya da Fincher filmleri arasında ona yer aramaktan daha işlevsel olacaktır.

Dikkat çeken hususların başında Fincher’ın yönetimi geliyor. Despot bir anlayışı benimseyen yönetmen, film boyunca gerek yönetimi gerek öyküsüyle taraf tutmaya zorluyor. “Taraf olun” ile de bitirmiyor işi, istediğimiz tarafı tutmamıza engel oluyor sürekli. Algımıza oynayarak kendisinin istediği tarafı tutmaya zorluyor; bu esnada hikayeden kafamızı bir an bile kaldırmamıza olanak bırakmıyor. Gizleyecek bir şeyleri olan birinin refleksiyle yaklaşıyor izleyiciye, ama dediğimiz her an yeni bir hamle ile karşı karşıya bırakıyor bizleri. Desi Collings’in (Neil Patrick Harris) Amy’e (Rosamund Pike) söylediği “Sana zorla sahip olmak istemiyorum.” cümlenin bir benzerini kuruyor bizlere. Önermesindeki çıkışsızlığın, en az karakteri kadar farkında olan Fincher ‘ın niçin böyle bir yola başvurduğunu anlamak mümkün olsa da, böyle bir yönetmene evrilişine şaşırmamak pek mümkün değil.

Bir diğer husus ise kadına, kadınlara yüklediği anlam. Nick’in (Ben Affleck) üzerinden “kadınlar tarafından kuşatılmış erkekler”i anlatıyor bir nevi ve bu anlatıda kadınlara yüklediği anlam oldukça sağlıksız.  Nick, ana rahmini bile bir kadınla paylaşan ve hayatı boyunca kadınların gölgesini üzerinde hissetmiş biri. İkizi Margo (Carrie Coon), üzerinde asılı duran Demokles’in kılıcı adeta, ahlak dışı kabul edilebilecek her eylemini, hatta düşüncelerini, ondan saklamak zorunda hissediyor Nick. Annesi, evliliğinin bu noktalara gelmesine neden olacak geri adımı attıran kişi. Babası huzurevinde yaşamaya bırakılmışken kansere yakalanan annesinin yanında olmak için New York’tan Missouri’ye dönüş yapmak zorunda kalıyor Nick ve eşi Amy. Amy de Nick’in hayatını zorlaştıran, cehenneme çeviren ve evliliklerinde geldikleri noktada ipleri elinde tutan bir figür olarak sunuluyor. Nick’in arama sürecinde hayatını daha zor hale getiren de hep kadınlar; soruşturmayı yürüten dedektiften tutun da televizyonda imajını yerle bir eden program sunucusuna, ki imajını geri kazandıran röportajı yapan da bir kadın, komşularından kendisiyle selfie çekilerek onu zor durumda bırakan kişiye kadar bu durum böyle.

Nick özelini bıraktığımızda karşımıza çıkan tablo değişmiyor maalesef. Amy’nin ailesinde, tıpkı Nick’in ailesinde olduğu gibi, baba arkaya atılmış bir figür. Soruşturmayı yürüten dedektifin yardımcısı, analitik düşünme becerisinden muaf tutulmuş, yarım hamle öncesini ya da sonrasını görmekten bile aciz bir erkek. Amy’i soyan çiftte bile, analitik düşünerek onun bir kaçak olduğu sonucuna varan ve erkeği paraları almaya yönelten bir kadın. Desi Collings ve zamanında Amy’e tecavüz suçundan toplum dışına itilen kişi de hayatı kadınlar tarafından cehenneme çevrilmiş erkekler olarak karşımıza geliyorlar. Bu örnekleri çoğaltabiliriz fakat roller yine değişmeyecektir. Film boyunca tüm karakterler iyi veya kötü olarak addedilebilecek eylemlerde bulunuyorlar fakat bu durum, karakterleri kadın veya erkek olarak değil de sadece karakter olarak ele alma noktasında yetersiz kalıyor. Genel duruma baktığımızda cinsiyetçi ve tartışmalı mesajları olan bir eserle karşı karşıya olduğumuzu görebiliyoruz.

Filmin evliliğe yüklediği anlam ise, ilk iki hususun ve genel kanının aksine, oldukça sağlıklı. Evliliğin pembe yönleri yerine karanlık tarafa odaklanıyor olması, insanları evlilikten uzaklaştırmaktan çok yaklaştıran bir deneyime dönüşecek cinsten; her evlilik, bu sertlikte olmasa bile benzer yükleri ve gerilimleri bünyesinde barındırıyor ne de olsa. Bir olmanın yarattığı ikilikleri gözler önüne seren film, en uç noktadaki yaşantıları, günahları ve sırları paylaşma noktasında verdiği mesajlarıyla da dikkat çekiyor.

“Gone Girl”, söyledikleri kadar söylemedikleriyle, yaptıkları kadar yapmadıklarıyla nihayet bir David Fincher filmiyle karşı karşıya olduğumuzu hissettiriyor bizlere. Özlenen, beklenen bir eser olması nedeniyle, olduğundan daha büyük göründüğü gerçeğini göz ardı etmeden, tadını çıkartmak lazım bu eserin; Fincher’ın bir daha bu sulara ne zaman uğrayacağı belli değil sonuçta.

Diğer Yazılar: Tanju Baran
Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir