İTALYAN-AMERİKAN 80 YAŞINDA – MARTIN SCORSESE – BÖLÜM I

“You don’t make up for your sins in church. You do it in the streets. You do it at home. The rest is bullshit and you know it.” MARTIN SCORSESE

BİRİNCİ BÖLÜM

1967-1990

ÇOCUKLUK – İLK GENÇLİK – İLK FİLM

Martin Scorsese 17 Kasım 1942’de Amerika’nın New York City eyaletinin Queens ilçesinde doğdu. Martin çocukluğunda şiddetli bir astımla mücadele etti. Bu astım Martin’in çocukluğuna oldukça etki etti ve onun diğer çocukların katıldığı aktivitlerin çoğundan mahrum kalmasına neden oldu. Ailesi de Manhattan’ın Little Italy bölgesindeydi ve Martin’in çocukluğu Little Italy – Queens arasında mekik dokuyarak geçti.  Queens çoğunlukla Amerika’ya göç etmiş olan İtalyanların yaşadığı bir bölgeydi ve buradaki hayatta artık bir norma dönüşmüş olan şiddet gelecek sinema kariyerinde kendi dilinin en önemli noktasını oluşturacaktı. Özellikle İtalyan – Amerikan mafya realitesini beyazperdeye kusursuz biçimde yansıttığı Mean Streets, Goodfellas, Casino ve The Irishman gibi başyapıtlarında hep bu kültürde şahit olduğu sokak çetelerinin çatışmalarından ilham aldığı bire bir sahneleri kullandı. Annesi Catherina Scorsese de babası Charles Scorsese de konfeksiyon atölyesinde işçi olarak çalışıyorlardı. Charles giysi baskı bölümünde çalışırken Catherina ise terziydi ve ikisi de aynı anda oyunculuk da yapmaktaydı. Amerika’ya göçmüş olan İtalyanlardandılar ve küçük Martin üzerinde İtalya’dan göç eden bu ailenin İtalyan kültürü ve Katolikliğinin etkileri oldu. Catherine ve Charles’ın anne babalarının kökleri ise Palermo’ya kadar gitmekte. Aile hayatından da gördüğü dini hayat tarzından mütevellit olarak Martin Katolik inancına büyük ilgi duyuyor ve ileride rahip, papaz olmanın hayallerini kuruyordu.

Martin çocukluğunda astımından dolayı spor aktivitelerine katılamadığı dönemlerde büyük abisi ve ailesi tarafından oldukça fazla kez sinemaya götürülmüştü ve daha çocuk yaşlarındayken sinemaya belli bir eğilimi ve ilgisi oluşmuştu. Özellikle efsanevi George R. Romero’nun büyük bir hayranıydı. Hayranı olduğu oyunculardan birisi de Victor John Mature’dı. 1947 yapımı Black Narcissos ve 1948 yapımı Red Shoes ise Martin Scorsese’yi özellikle kamera kullanımı anlamında en çok etkileyen filmler oldular.

Sinemaya çokça kez götürülmesinin de etkisiyle Martin meslek olarak sinemaya yoğunlaşmaya başladı ve dini kariyerden de vazgeçmesiyle birlikte 1964’te Amerika’nın ve dünyanın en önemli sinema okullarından biri olarak görülen New York Film Okulu (UCLA)’na girdi. Burada ilk orta uzun metrajı sayılabilecek Who’s That Knocking at My Door’u çekti. Scorsese filmi çok büyük uğraşlar sonucu oldukça dar bir bütçeyle çekilmiş olmasına rağmen 1968’de Chicago Film Festivali’ne kabul edilmesiyle birlikte verdiği uğraşın meyvesini toplamış oluyordu.

 1970’LER VE YENİ HOLLYWOOD’UN SAKALLILARI

YENİ HOLLYWOOD VE HOLLYWOOD SAKALLILARI LAKABI

Francis Ford Coppola, Martin Scorsese, George Lucas, Brian De Palma ve Steven Spielberg’in oluşturduğu Amerikan sinema akımı. Akım özellikle 1960’larda Fransız Yeni Dalga & İtalyan Yeni Gerçekçilik akımlarından etkilenen yukarıda sayılan Amerikalı yönetmenlerin sektöre ağırlıklarını koymalarıyla başladı. İlk önemli örnekleri arasında 1967 yapımı Bonnie & Clyde, The Graduation ve 1969 yapımı Easy Rider’ın sayıldığı Yeni Hollywood, özellikle Joseph McCarthy sonrası hakim olan cadı avı – faşizm duygularının etkili olduğu 1970’lerde zirve dönemini yaşadı. Bu yıllarda yozlaşmış devlet bürokrasisi, alt sınıf arasında artan şiddet eğilimleri, Vietnam Savaşı ve devamında Nixon önderliğindeki Amerikan Sağı’nı eleştiren filmler çekildi. O yıllarda genç olan Coppola, Scorsese, Lucas, De Palma ve Spielberg de uzun sakallarından dolayı bu lakabı daha çok sinefiller ve eleştirmenler tarafından aldılar. Günümüzde daha çok 70’ler Hollywood sinemasını anlatırken kullanılan bir deyim haline geldi.

ERKEN 70’LER, İLK ÇIKIŞLAR 1972-1976

Scorsese, 1972’de özellikle B-Movie tarzı filmlerin yapımcılığını yapan, efsanevi Francis Ford Coppola’yı yanında asistan olarak çalıştıran yapımcı Roger Corman’ın yardımlarıyla Boxcar Bertha’yı çekti. Boxcar Bertha, 1929 Büyük Buhran Amerika’sında işçi olarak çalışan bir işçi ile sevgilisinin patronlarından intikam alma serüvenini anlatan, dönemine göre de hayli devrimci bir senaryoya sahip bağımsız bir filmdi. Filmde çok sonraları Kill Bill ile kariyer zirvesine çıkacak olan, B-Movie oyuncularından David Carradine ve Barbara Hershey rol alıyordu. Ancak Scorsese asıl büyük çıkışını bundan bir yıl sonra Who’s That Knocking at My Door’da birlikte çalıştığı genç oyuncu Harvey Kietel’la  çekeceği ve sinema kariyerinde ciddi anlamda tanınmasını sağlayacak olan Mean Streets (Arka Sokaklar) ile yakaladı. Mean Streets, Bronx’taki genç sokak çetesi üyelerinin günlük yaşayan absürt gangster adayı sokak serserilerini anlatan bir filmdi ve büyük başarı kazandı. Filmde Johnny Boy karakterini canlandıran İtalyan-Amerikalı Robert De Niro, Kietel tarafından Scorsese’yle bir partide tanıştırılmıştı ve canlandırdığı Johnny Boy karakteri aykırılığı, şiddete yatkınlığı ve tahmin edilemeyen nevrotik fevri karakteriyle unutulmayan Scorsese karakterleri arasındaki yerini aldı.

Hemen ardından 1974’te Scorsese araya bir de Italian-American adında otobiyografik bir belgesel film sıkıştırdı. Bu belgesel annesi Catharine ve babası Charles ile aile geçmişlerine dayanan sohbetlerden oluşuyordu. Kendi kariyeri ve yönetmenler dünyası için oldukça özgün, deneysel bir iş olarak akıllarda yer etti.

TAXI DRIVER VE KOKAİN BAĞIMLILIĞI 1976-1978

1976’ya geldiğimizde ise Scorsese, sinema tarihine çok büyük bir film hediye etti. Taxi Driver (Taksi Şoförü), savaştan yenilmişliğin verdiği büyük bir hayal kırıklığı ve içsel nefretle dönen genç Travis Bickle’ın taksi şoförlüğüne başlayarak, yozlaşmış devletin bolca gösterilen dumanlı rögar kapaklarıyla metaforlandığı New York, Manhattan sokaklarında geçen bir başyapıta dönüştü. Scorsese Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye kazanarak arthouse sinemada da kendisini ispatladı, Oscarlarda herhangi bir ödül almamasına karşın artık Amerika’nın Coppola ile birlikte en büyük genç yönetmeniydi.

Martin Scorsese özellikle Mean Streets dönemlerinde kokain kullanmaya başlamıştı. Bunu o dönemlerde daha çok senaryo yazımı ve film yapım aşamalarında daha hızlı olmasını sağladığı ve beynini daha iyi çalıştırdığı bahanesiyle kullandığını söylüyordu. Taxi Driver sonrası kariyerinde ulaştığı nirvananın da etkisiyle bu alışkanlığını kontrol edememeye başlayan Scorsese, özellikle 1977’de istediği başarıyı elde edemediği New York, New York sonrasında derin bir psikolojik bunalıma girdi ve depresyon belirtileri göstermeye başladı. Bir gün durdurulamayan bir burun kanaması sonucunda hastaneye kaldırıldığında Scorsese oldukça zor durumdaydı, kilo kaybetmiş ve azılı bir kokain bağımlısı olmuştu. 1979’da ise onu hastane odasında ziyaret eden yakın dostu Robert De Niro, yanında getirdiği Raging Bull (Kızgın Boğa)’un senaryosunu Marty’ye verdiğinde Scorsese spor filmlerinden nefret etmesine karşın bu filmde bir şeyler buldu ve çekmek için çalışmalara başladı. Rehabilitasyona giderek bağımlığını yendi ve sağlığına kavuştu.

SCORSESE’Yİ KAMERA BAŞINA ÇAĞIRAN RİNG GONGU; RAGING BULL VE 80’LER

1980-1990

RAGING BULL

Scorsese, De Niro’nun getirdiği sürpriz senaryoyu filme dönüştürdüğünde yer yerinden oynadı. Film, dünyanın en iyi spor filmlerinden biri oldu. Ayrıca gerçek bir yaşam öyküsünden uyarlanmış olması da seyircinin sinemaya daha rahat gelmesine neden oldu. De Niro en iyi erkek oyuncu dalında Oscar kazanarak kariyer nirvanasına ulaştı, Scorsese en iyi yönetmen dalını yine ıskalasa da en iyi film Oscar’ını kucaklamayı bildi. Görüleceği üzere Raging Bull ile Taxi Driver birbirlerinden çok farklı filmlerdi ancak Scorsese iki filmde de müthiş başarılı oldu. Raging Bull’da kullandığı kamera kullanım teknikleri, geçmiş sahnelerin siyah beyaz, günümüzün renkli oluşu gibi dönemine göre müthiş yenilikçi sinema diliyle Raging Bull sinema tarihinde kendisine oldukça özel bir yer edindi.

Raging Bull’un bir başka çok önemli tarafı da sinemanın gördüğü en verimli yönetmen – kurgucu ortaklığının da tescillendiği bir film oluşuydu. Scorsese’nin UCLA yıllarından tanıdığı Thelma Schoonmaker, bu filmle Oscarlarda en iyi kurgu dalında heykelciği kucakladı. Bu ikili Raging Bull’dan sonra hiç ayrılmayacaklar ve Scorsese’nin çektiği tüm filmleri Schoonmaker kurgulayacak ve iki Oscar daha kazanarak dünyanın en ünlü kurgucusu olacaktı.

THE KING OF COMEDY

Raging Bull’un büyük süksesinden ve sinema dilindeki çığır açıcılığından sonra Scorsese bir büyük filme daha soyundu. Başrolünde yine De Niro’nun olduğu ve ona ünlü komedyen-oyuncu Jerry Lewis’in eşlik ettiği The King of Comedy (Kahkahalar Kralı), sapkınca hayranı olduğu ünlü komedyen Jerry Langford’a ulaşmak isterken artık hayatı ona dar etmeye başlayıp iyilikle kötülük arasındaki çizgiyi aşma noktasına gelen asosyal sosyopat  Rupert Pupkin’e odaklanıyordu. Dahil olduğu toplumda kabul görmeye çalışan başarısız bir komedyen olarak Pupkin, Scorsese’nin ve dolayısıyla Robert De Niro’nun da en katıksız karakterlerinden biri olarak sinemadaki yerini aldı. Scorsese’nin hep fazla konuşulmayan gizli hazinelerinden biri olarak anılan The King of Comedy, özellikle kara mizahla, trajikomediyi başarıyla harmanlayışıyla sinemada kendine özel bir yer edindi ve 2019 yapımı Joker başta olmak üzere birçok filmi de etkiledi.

AFTER HOURS

1985’e gelindiğinde Martin Scorsese, kariyerinin en underrated filmlerinden birine imza attı. Cannes’da çok sevilen, kendisine ikinci Altın Palmiye adaylığının yanı sıra ilk en iyi yönetmen ödülünü kazandıran After Hours (Geç Saatler), elbette yine arka planda New York’un adeta bir karakter olarak mesken tutulduğu, genç ancak insan iletişiminde sorunlar yaşayan saf kelime işlemcisi Paul Hackett’ın bir kafede gizemli ve güzel Marcy ile tanışmasının ardından başına gelenleri anlatıyordu.

Sembolizmin, Scorsese’nin kendi sinema dilinde daha önce alışık olunmadık derecede New York şehriyle birlikte hayli rol aldığı, sanatsal simgelerin de hayli göze çarptığı bu film, 80’lerin en özgün kara komedilerinden biri oldu. Kara mizahın ve sanatsal sinemanın bu denli hissedildiği bir film olmasına rağmen After Hours, düşmek bilmeyen temposu ve seyircide durmaksızın uyandırdığı merak hissiyle Scorsese’nin 90’lara gelmeden çektiği en önemli işlerden biri oldu. Aynı zamanda 80’lerde eleştirmenler tarafından da en çok sahiplenilen filmlerinden biri oldu.

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir