Sinematografisi iyi, draması suya sabuna dokunmayan bir ilk film
Banu Sıvacı’nın ilk filmi olan Güvercin, kuşlara bağlı olarak bir hayat kurmuş ve kendini bu dünyaya hapsetmiş bir insanın hikayesi olarak seyircinin karşısına çıkıyor. Sinematografisi ne kadar kendine özgü ve başarılıysa, dram tarafı o kadar başarılı. İnandırıcılık sorunlarını bir yana bırakmadan senenin iyi filmlerden diyebiliriz. Senaryonun lineer oluşunu eleştirmesem de dram kurmanın biraz daha inandırıcı olması beklenebilirdi. Filmin teknik detaylarına takıldığımızda ise; iyi kotarılamayan diyejetik dünyanın aksine sinematografisi filmin iddiasını ortaya koyuyor. Sinematografik bir yapıt ortaya koyan yönetmen, bir ilk film olarak başarısının altını çiziyor. Öncelikle diyejetik dünyayla başlayalım.
Güvercin, ilk sekanstan itibaren seyirci ile başkarakteri arasında bir ilişki kurduruyor. Yusuf’un sahip olduğu Güvercinlerle yakın ilişkisi ile çatı katında yaşadığı hayatı paralel olarak seyirciye veriliyor. Çocuğu gibi gördüğü güvercinlerini adeta kendi gözünden sakınıyor. Onların fahri babası, arkadaşı ve hatta sırdaşı oluyor. Bir aile gibi yaşıyorlar desek yeridir. Bu karşılaşılan fantastik durum, gerçek hayat tarafından sorgulandığı an; Yusuf gündüz düşlerinden bir süreliğine uyanıyor. Yusuf bulunduğu hayatın farkına varıyor.
Gerçek hayat, Yusuf’un hayatını alt edince
Bu farkındalığın en önemli handikapı, hayatını terk etmesi oluyor. Gerçek hayat doğal olarak kendi varlığını bir tiran edasıyla diretmeye başlıyor. Yusuf kendi kuş dolu hayatından insanların başrolü çektiği bir hayata doğru sürükleniyor. Parasını kazanıyor. Çevredekileri fark edip sosyalleşme çabasına giriyor. Bu çabayı sadece gerektiği kadarıyla sergiliyor.
Hayatın, Yusuf’un hayatından büyüklüğü zamanla ortaya çıkıyor. Özellikle işçi olarak varlığını, emeğini ve özgürlüğünü parayla takas etmeye başlayınca Yusuf için zaman ve mekan kontrol edilemez ve tahammül edilemez hale geliyor. Tek hırsı kendi evine dönmek haline geliyor. İlk fırsatta Yusuf kaçıyor. Yusuf’un kaçışı kilometrelerce sürüyor. Koştukça engelleri aşmaya çabalıyor. Her adım yeni bir geniş alan sunuyor Yusuf’a. Yusuf’un istediği zaten küçük bir hayat. İçinde bir tek kendinin ve güvercinlerinin olduğu bir minimal hayat. Çatı bile lazım değil. Her adımda yeni haberi olduğu gerçek dünyanın büyüklüğü, kendi varlığını gölgede bırakıyor.
Bu iki hayat arasındaki paradoks; birinin arzulanan ve rahat olan, diğerinin ise; istekleri ve arzuları kısıtlanan hayat olması gerçeği. Yusuf ikisi arasındaki farkı fark edecek kadar akıllı, gönlünün istediği yerde kalmanın savaşını veriyor.
Sinematografinin iddiası öne çıkıyor
Güvercin filmi, sinematografinin etkisinin hissedildiği anlarda müthiş bir atmosfer yaratıyor. Adana’nın kenar mahalleleri, yaşayanları, bu insanların rutinleri ve dahası kimsenin merak etmediği varlıkları Yusuf’un vizörüne giriş yapıyor. O dar sokaklarda geçen hayatlardan bir hayatın da Yusuf’a ait olması, Yusuf’u hiç etkilemiyor. İnsanlara uzak bir hayatı seçen Yusuf için o yol sadece bir engel görevi görüyor. Zaten dahil olmadığı hayatın içinde dumanların içinden geçip gidiyor. Yusuf ile mahalle sakinlerinin karşılıklı geçişinin sekansı, bir sihirbazın gizemine başlamadan önce seyircilerine asistanını kaybedeceğini söylediği bir numara edasıyla dumanlarla veriliyor. Az sonra kaybolacak ve bir yere gidecek. Yusuf da içinde kaybolduğu bu mahalleden sadece transit geçecek. Yusuf da öyle yapıyor işte. Öyle umarsızca geçiyor ki sadece onu bir sihirbaz bulup çıkartabilir.
Banu Sıvacı’nın kuşkusuz bu filmde daha iddialı noktalara gelebileceğini görmek isterdim. Yusuf’un kendi dünyasının naifliği ile bu dünyanın acımasızlığı arasında kalması; belki filme ayrı bir hava katabilirdi. Güvercin iyi çekilmiş bir film olmasının ötesinde sadece suya sabuna dokunmayan bir film olarak akıllarda kalacaktır.