‘A lot can happen in the middle of no where’
Minneapolis’e kara kış gelmiştir. Şehirde araba satıcısı olarak çalışan ana kahramanımız Jerry, Fargo- Dakota yakınlarında bir barın önüne park eder. Shep Proudfoot’un gönderdiği kısa boylu, kara kuru, patlak gözlü adam Carl Showalter (Steve Buscemi) ve uzun boylu, tek kelime etmeyi sevmeyen Gaear Grimsrud (Peter Stormare) içeride onu beklemektedirler. Jerry bara girer. Carl sözleştikleri saatte gelmemesinden dolayı Jerry’e içerlenir. Halbuki Jerry’e göre buluşma o saattedir. Filmin ilk diyaloğu olan bu sahnede ikili, sözleştikleri saatin kaç olması gerektiği ile ilgili anlamsız bir tartışmaya tutuşurlar.
Türlü türlü düzenbazlıklar yapmasına rağmen işinde bir türlü dikiş tutturamayan Jerry borç batağındadır ve en son planı, karısını kaçırtıp kayın pederi Wade’den fidye istemektir. Karısı planladığı üzere barda anlaştığı adamlar tarafından kaçırılır ve Jerry bu durumu Wade’e hemen bildirir. (burası en eğleneceğiniz sahnelerden birisi çünkü Jerry kayınpederini aramadan önce konuşmasını bir kaç kez prova ediyor) Fidyecilerin sadece kendisiyle iletişime geçtiğini ve asla polise gitmemeleri gerektiğini söyler. Aslında pek de profesyonel olmayan Carl ve Gaear’ın, Brainerd yakınlarında onlardan şüphelenen bir polis memurunu öldürmeleriyle işler sarpa sarar ve cinayetler birbiri ardına gelmeye başlar. Bu arada, Brainerd’lı hamile, polis memuru Marge Gunderson (Frances McDormand) cinayetler zincirini araştırmakla görevlendirilir. Telefon kayıtlarını incelemeye ve bilgi sahibi olabilecek kişileri sorgulamaya başlar.
Tecrübeli aktör William Macy’nin canlandırdığı Jerry Lundegaard, normal hayatta tam da kimsenin iş yapmak istemeyeceği türden bir adam. İnsanı sinir eden rahatlığıyla tüm işler yolundaymış gibi davranan ama her şeyi yüzüne gözüne bulaştıran bir tip. Carl’in filmin başlarında Gaear’a göre ılıman olan tavırları, film ilerledikçe agresifleşen ve çileden çıkan bir hal alıyor. Dolayısıyla Steve Buscemi’den hiç hazzetmemeye başlıyorsunuz.
Filmin yönetmen, senarist ve yapımcı koltuğunu ünlü Coen kardeşler paylaşıyor. Senarist, editör ve yapımcı olarak çalıştıkları ‘No Country for Old Men’ kadar her günün sıradanlığı yansıtan durağan bir yapım olmasa da, tekdüze hayatlar yaşayan normal insanların enteresan hikayelerini izliyoruz. Gunderson’ın her gün ki rutini sabah erken kalkıp, işine gitmeden önce kocası tarafından hazırlanmış kahvaltısını etmek ve sıkıca giyinip yola koyulmak iken Jerry’nin hiçbir şeyden habersiz karısı Jean için gün, ev ahalisine kahvaltı hazırlamak ve herkes gittikten sonra televizyon başında örgü örmek olabiliyor. Aktörlerin performansları bizi sıkmayacak kadar hareketli ve kayda değer.
Film ilerledikçe Minnesota aksanı sizi yer yer rahatsız etmeye başlıyor fakat filmin içerisinde baskın bir konumda. Özellikle Marge ve Jerry’nin kullandığı güçlü aksanlar her şey harika, hiçbir şey bundan iyi olamazdı ifadesi yaratsa da yaşadıkları olaylar ve karşılaştıkları durumlar bunun tam tersini gösterebiliyor. Cinayetleri soruşturan Gunderson’ın sürekli kullandığı ‘Thanks a bunch’ söyleminin bir polis şefinin pek de olamayacağı kibarlıkta olduğu izlenimine kapılmadan edemiyorsunuz.
Filmin açılışı ‘Bu gerçek bir hikayedir. Bu filmde anlatılan olaylar 1987’de Minnesota’da yaşanmıştır. Geride kalanların isteği doğrultusunda isimler değiştirilmiştir. Ölenlere saygıdan dolayı, diğer her şey gerçekleştiği gibi anlatılmıştır.’ dese de Coen kardeşler, olayların bir kurgudan ibaret olduğunu belirtmişlerdir.
Filmin bizim televizyon kanallarımızda yayınlandığı yıllarda ekranda dönen fragmanlarını hatırlıyorum. Ta o zamanlardan aklımda kalmış bir yapım. Artık fragmanın etkileyiciliğinden mi yoksa film müziklerinin oldukça başarılı olduklarından mı bilinmez.
Yapımcılığını yine Coen kardeşlerin üstlendiği, başrollerinde Billy Bob Thornton ve Martin Freeman’ı gördüğümüz, filmin hikayesinden esinlenerek oluşturulmuş 2014 yapımı Fargo dizisi de ilk sezonunu ABD’de tamamlamış. Türkiye’de ise CNBCE kanalında ekranlara geliyor.