DOLUNAY KATİLLERİ

MARTIN SCORSESE, AMERİKA VE HESAPLAŞMA: THE IRISHMAN & KILLERS OF THE FLOWER MOON

1969’da Who’s That Knocking At My Door’u çektiğinde sadece 27 yaşındaydı Martin Scorsese. 1973’e gelindiğinde Mean Streets (Arka Sokaklar) ile karşımıza çıktığında hiç kuşkusuz bu genç İtalyan’ın sinema seyircisine bir şeyler vadettiği aşikardı. Sonrası ise bildiğimiz gibi. Taxi Driver, Raging Bull, King of Comedy, After Hours, Goodfellas, Casino, The Departed, Shutter Island, The Wolf of Wall Street, Silence ve The Irishman.

Martin Scorsese çektiği bu birbirinden muazzam filmlerle adını dünya sinema tarihine çoktan yazdırmış 81 yaşında bir dev oldu artık. Ama sinemaya olan doyumsuz, bitmek bilmeyen aşkıyla Coppola, Spielberg, Lucas, De Palma gibi kendi kuşağının diğer efsanelerinden ayrıldığı tek bir yanı vardı. O da her kuşağa, döneme ayak uydurabilip sinema dilini ona göre ayarlayabilmesiydi. Bugün bu sayılan diğer isimler 70’ler, 80’ler ve 90’lardaki ihtişamlı dönemlerinden hayli uzaktalar ancak Scorsese hiçbir şey kaybetmeyerek, aynı tutku, aşk ve hırsla dünyayı kendisine hayran bırakmaya devam ediyor.

Bu yazımda sizlere yönetmenin özellikle The Irishman ve bu cuma günü tüm dünya ile aynı anda ülkemizde de vizyona giren Killers of the Flower Moon (Dolunay Katilleri) filmleriyle sinemasında ciddi anlamda değiştirdiği bir şeyi, hesaplaşma kavramını inceleyecek, bu son iki filminde Amerika Birleşik Devletleri’nin tarihini, neyin, nelerin üstüne kurulduğunu ve hangi şartlarda genişlediğini nasıl ifşa ettiğini anlatmaya çalışacağım. Hazırsanız başlayalım.

Yazının buradan sonrası fimleri izlemeyenler için spoiler içermektedir.

MAFYA, DEVLET, SİYASET VE THE IRISHMAN

Scorsese 2019 yapımı başyapıtı The Irishman’de bu üç olgu üzerine inşa etmişti filmini. Amerika tarihinin en tartışmalı figürlerinden birisi olan Jimmy Hoffa’nın mafya ilişkileri üzerinden Amerika’nın özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrası yaşadığı dönüşümü, Soğuk Savaş’a devletin ve mafyanın verdiği tepkileri, başkan seçtirecek, indirecek ve hatta öldürtecek kadar güçlenen mafyanın nasıl devletin yerine geçtiğini görmüştük.

Robert De Niro’nun canlandırdığı İrlandalı mafya tetikçisi Frank Sheeran’ın Russell Bufalino’nun (Joe Pesci) yardımıyla Jimmy Hoffa’nın (Al Pacino) en yakın dostu oluşu ve ardından gelişen tüm olaylar birebir Amerikan tarihine işaret ediyordu. Baş karakter Sheeran’ın yaşadıkları aslında Amerika’nın yaşadıklarıydı. Savaş ve zafer, cinayetler, paranoyalar, yozlaşmış kirli siyaset ve bunların hepsinin odağında bir mafya tetikçisi. Ardından Küba’daki sosyalist devrimi yıkmak için mafya tarafından hakkında kampanyalar yapılıp seçtirilen bir başkan (JFK), Domuzlar Körfezi Çıkarması’na mafya tarafından gönderilen silahlar, çıkarmanın başarısızlığı ve Küba ile ilgili söylemlerini değiştirip mafyayla mücadeleye girişen başkan Kennedy’nin mafya & CIA işbirliğiyle öldürülmesi.

Martin Scorsese sinemasında daha önce hiç yapmadığı bir şey yapmıştı The Irishman’de. Daha önceden Goodfellas, Casino, The Departed gibi mafya epiği filmlerinden de tamamen farklı olarak seyirciyi koltuğa oturtup vatandaşı olduğu kirli vatanının kanlı tarihine dair bir yolculuğa çıkartıyordu adeta. Taraf tutarak da değil, tamamen objektif, neyi nasıl olduysa açıkça anlatarak. Bu en azından kendisinin sinemasında çok yeni bir şeydi ancak çok başarılı oldu. The Irishman maddi sebeplerden ötürü dünya sinemalarında gösterime giremedi ve bu hiç kuşkusuz filmin önemini, büyüklüğünü gölgeledi. Ancak aşağıda inceleyeceğimiz Killers of the Flower Moon bu eksiği de gidererek tam anlamıyla Scorsese’nin yapmak istediği şeyi yapmasını sağladı.

BİR TOPLUMUN YAVAŞ YAVAŞ YOK EDİLMESİ VE BEYAZ AMERİKALI’NIN 20. YÜZYILA GİRİŞİ

KILLERS OF THE FLOWER MOON

Ernest Burkhart, I. Dünya Savaşı’ndan dönmüş bir ‘kahraman’. Hiçbir şeyi yok ama aslında her şeyi var. Osage adlı Kızılderili kasabasında nüfuslu, üstelik beyaz bir kodaman olan ‘kral’ lakaplı dayısı William Hale’e kavuştuğunda Burkhart savaş sonrası ABD tarihinde daima olduğu gibi zafer kazanmanın peşine düşüyor. Oldukça varlıklı ve çok zengin olan Kızılderililerin yaşadığı Osage’de bir süredir açıklanamayan, oranın yerlilerinin hedef alındığı bir takım seri cinayetler işleniyor ancak ortada hiçbir şey yok. Washington’un ise umurunda değil. Özellikle kasabanın beyaz erkekleri ne hikmetse sadece ama sadece buranın varlıklı zengin Kızılderili kadınlarıyla evleniyorlar. Sigortalar yaptırılıyor, paralar ele geçiriliyor. Onlar da beyaz Amerikalı erkekler olarak onların yaşam tarzını da benimsiyorlar ama kapalı kapılar ardında sömürgeci, yayılmacı vahşi Amerikan Kapitalizmi’nin 20 yüzyıla damga vuracak yaşam tarzı için hazırlıklar yapılıyor.

Kasabaya yöre halkının daha önce görmediği, Amerikan burjuva yaşam tarzının örnekleri olan araba yarışları, sokaklarda, meydanlarda vals/dans gösterileri, partiler düzenlenmeye başlıyor. Sessizce ve gizlice öldürülmeye devam edilen yerel Kızılderili halk artık bölgeyi terk etmeyi de göze almaya başlıyor ve Scorsese özellikle bu sahnelerde geniş açı kullanarak büyük beyaz topluluğun kutladığı, mutluluktan uçtuğu anlarda suratları asık, ümidi, umudu kalmamış, yok sayılan Osage halkının yüzlerini alıyor kadrajına. Açıkça görüyoruz ki kimlikleri ve kültürleri yok sayılan, yok edilmeye başlanan, Amerikan yaşam tarzının empoze edildiği veya edilmeye çalışıldığı bölgesel halk hiçbir şey yapamıyor, son derece çaresizce olup biteni izliyorlar.

Hırslı, gözü kara, açgözlü ve kibirli William Hale, aslında Osage yerlilerini kendi deyimiyle “çok seviyor, onlara değer veriyor ama her şeyin, herkesin de bir gitme, tanrıya kavuşma zamanı var elbette”. Bu zaman geldiğinde geciktirmek ne haddimize, bölgede bulunmuş olan petrol varken Osage yerlileri kimin umurunda. Yeğen Ernest Burkhart da bölgenin en varlıklı yerlilerinden Mollie’yle evleniyor tabiki. Çünkü dünya artık yeni bir düzene girerken Ernest’in de bu düzende elbette belli bir yere ihtiyacı var. Ayrıca, kendisinin de filmin başında belirttiği gibi, kadınlara çok düşkün, her türlü kadına. Bir nevi Amerika için de bu düşkünlüğü, sömürge edilecek ‘insan’ lazım ona. Yeter ki üstün beyazların ülkesi olarak dünyanın hakimi olsun.

Mollie’nin özellikle düğün sonrası yaşadığı ruhsal psikolojik değişim biz seyircilerde de bundan asırlar önce ABD tarafından yok edilmiş bir topluluğun ağıtı olarak görülüyor. Leonardo DiCaprio & Robert De Niro ikilisinden müthiş biçimde rol çalan, filmin Mollie Burkhart’ı Lily Gladstone, karakterinin yüzüne öyle kalıcı bir çöküntü, bıkkınlık yerleştiriyor ki adeta içimize oturuyor, bir bıçak gibi saplanıyor hepimize. Belli ki hem DiCaprio’nun hem De Niro’nun standart veya üstü performanslarının sebebi de bu. Filmin gerçek lokomotifi aslında Mollie ve filmin dünyaya anlatmak istediği, verdiği mesajı taşıyan da o aslında. Finalde ise based on a true story filmlerinde daha önce gördüğümüz bilgilendirici yazıların yerini çok başka bir şey alıyor. Bir büyük sinema salonu, tamamı kodaman, yüksek yerlerde bulunan yaşlı beyaz izleyiciler. Modern Kapitalizmin öğeleriyle dolu bir sahne, gerçek karakterlerin mahkeme kararları okunuyor. Ancak sonunda  Scorsese çıkıyor sahneye, alıyor mikrofonu eline. “Mollie Burkhart’a ne mi oldu? Yeniden evlendi, cinayetler ise hiç konuşulmadı”.

Ekran karardığında ise yeni kurulan, 20. yüzyılla tamamen uyumlu toplum olan beyaz Amerikalılar bir vicdan muhasebesine giriyorlar. Yoksa girmiyorlar mı?

Diğer Yazılar: Deniz Kuş
SOĞUK SAVAŞ
AŞKIN ZAMANSIZLIĞI VE MELANKOLİK BİR SOĞUK SAVAŞ COLD WAR 2000 yılında çektiği...
Devamını Okuyun
Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir