İnsan medeniyetinin geliştiği aşamalara baktığımızda Tarım Devrimi veya neolitik devrim, insanların yaşayış biçimi açısından büyük değişikliklere yol açmıştır. Günümüze daha yakın olan büyük çaplı gelişme ise Sanayi Devrimi’dir. Tarımın yaygınlaşması farklı coğrafyalarda ayrı ayrı ve bir bakımdan rastgele gerçekleşmişse de Sanayi Devrimi, batı felsefesi ve materyalizm temelli olarak bilinçli ve sistemli bir biçimde İngiltere orijinli olarak öncelikle Avrupa’da yaşanmıştır. Dolayısıyla hava kirliliği, kuraklık, küresel ısınma gibi yaşadığımız küreyi canlıların yaşamı açısından olumsuz etkileyen durumların kabahatinin Batı’ya, maddeciliğe atılması -tek başına olmasa da- doğru sayılabilecek bir akıl yürütmedir. Batı-Doğu çatışmasında, Batı aklı, bilimi, maddeci düşünceyi temsil ederken Doğu, vicdan, ruh, maneviyat gibi daha soyut değerleri temsil eder. Tarihte savaş, kuraklık gibi bazı sıkıntılı dönemlerde batıdan çıkan bilim-inanç-düşünce insanları, çarenin yüzümüzü Doğu’ya ve Doğu’nun mistisizmine dönmek olduğu konusunda yorumlar yapmışlardır. Bu düşünce akımlarından en ünlüsü olan Zen Budizmi, 1960’lı yıllarda Beatnik yazarlar tarafından Amerika’da ortaya atılmıştır. Fakat Doğu felsefesi temelli bu ve bunun gibi inanç sistemleri, kişisel yöntemler olup iş toplum mühendisliğine geldiğinde herhangi bir pratik karşılıkları yoktur.
Yusuf üçlemesi ile Dünya çapında tanınırlığı artan Semih Kaplanoğlu’nun 6. uzun metrajı Grain, Kuran’da geçen bir kıssayı, felaket sonrası denebilecek bir dünyaya yerleştirerek medeniyetin geldiği noktayı, haklı bir açıdan sorgulamaya girişiyor. Tarımsal yozlaşma sonucu verimsizleşen toprakların terk edilmesi ile dünya, suni yollarla tarımın yapıldığı metropol ve geriye kalan “Ölü Topraklar” olarak ikiye ayrılmıştır. Salgın hastalıklar ve besin yetersizliği sebebiyle yaşamın zorlaştığı kırsal ile insanların genlerine bakılarak içeri alındığı kent arasında aşılması zor bir sınır vardır. Tohumlardan istenen verim alınamamaktadır ve “Yeni Yaşam Teknolojileri” isimli şirketin bilim heyetinde bulunan tohum genetiği uzmanı Erol’a sorunun sebebinin ne olabileceği sorulur. Muhabbet sırasında, bu konu üstüne “Genetik Kaos ve M Maddesi” makalesini yazmış, eski bilim insanı Cemil’in ismi geçer. Bu makalede “M maddesi” olmadan mükemmel tohumun üretilemeyeceği fikri merkezdedir. Metafizik hislere dayalı bu tezin sahibi, herhangi bir kanıt olmadığı için işinden kovulur ve şehirden ayrılarak inzivaya çekilir. Erol, sorunun çözümünü bulacağı inancıyla öğrencisi Andrei ile birlikte Cemil’i aramaya koyulur.
Şehirdeki polis-eylemci çatışmaları, “GDO’ya hayır!” pankartları, acele bir şekilde oluşturulmaya çalışılmış distopik atmosfer, filmin esas mevzuya hemen geçme telaşını gösteriyor. Film, derdinin tam olarak ne olduğunu bilmeden harekete geçiyor. Yönetmenin, işinin ehli danışmanlarla çalışmaması, maalesef bilimi ve aklı basit bir şekilde kötü gösterme çabası olarak gözüküyor. Bir kere bilim, mükemmel tohumu üretmek için uğraşmaz. Bunu bilim insanlarına yaptıracak olanlar para sahibi büyük şirketlerdir. Bu sebeple bilimi değil küreselleşme sonrası ortaya çıkan iktidarları suçlamamız gerekir. Günümüzde de devam eden çalışmalarda araştırmacılar, tohum verimliliğini artırarak belirli mekân ve koşullara en uygun olan tohumu üretmeye çalışır. Bunun uygulanıp uygulanmaması ise endüstriye kalmıştır. Çoğunlukla da bilimsel araştırmalar, uygulamalardan çok daha önce gelişir. Filmdeki gibi 5-10 bilim adamının yuvarlak masada, Dünya’nın selameti açısından karar alması, olsa olsa ütopya olarak görülmelidir. 20. yüzyıldan itibaren önemli bilim insanlarının uyarıları dikkate alınsaydı şu anki ağır durumdan daha iyi bir durumda olacağımız aşikârdır.
Filmdeki en vahim hata, “Hep bir rüyadayız. Ölünce uyanacağız…” sözüyle, hayatın değil ölümün kutsanması ile ortaya çıkıyor. Başlangıçta Dünya’nın şimdisi, geleceği çözülmesi gereken bir problem iken ikinci yarıda bireyin hakikate ulaşması büyük sorunun çözümü açısından yeterli görülüyor. Bu dünyanın geçiciliği ve Öteki Dünya/Ahiret’in esas ulaşılması gereken yer olduğu mesajı veriliyor.
Filmdeki olağanüstü sahnelerden biri olan Erol’un karıncayı takip edip gerçeğe/öze/töze ulaşması, birey için bir kurtuluştur belki. Fakat bu durumda filmin ilk yarım saatinde ortak derdimizmiş gibi gösterilen insanlık medeniyetinin içine düştüğü felaket anlamsızlaşıyor. Dolayısıyla toplumu boş verip kendi kurtuluşumuz için tasavvufa başvurmalıyız gibi bir söylem peydah oluyor. Eğer film, bir bilim kurgu gibi başlamayıp post-apokaliptik dünyadan bir nevi kaçış filmi olma yolunu seçseydi buna lafımız olmazdı. Filmin bilim kurgu ve tasavvuf olarak ikiye bölünmesi, filmdeki en büyük problem olarak göze çarpıyor ve filmin teknik meziyetlerini önemsizleştiriyor. “müslüman bilim kurgusu” diyebileceğimiz bu filmin ardından mevcut siyasi-toplumsal iktidarın desteği ile beraber rasyonalizme, gittikçe daha sertleşecek biçimde gelecek saldırı filmleri görmeye başlamamız mümkün.
Eğer bir geri dönüş yaşanacaksa/yaşanmalıysa bunun tarım devriminden öncesine dönüşle değil, Sanayi Devrimi’nden öncesine dönüşle yaşanması mantıklıdır. Çünkü karbon emisyonu, küresel ısınma gibi sorunlar 19. yüzyıldan sonra müthiş bir ivme kazanmıştır. Fakat yönetmenin senaryonun matematiğine ihanetiyle ortaya çıkan kusur, filmini mantıkla değil kendi inancıyla oluşturmasından kaynaklanmaktadır.
Erol’un hızlı dönüşümünün motivasyonu yetersiz ve inandırıcılıktan uzak sunuluyor. Aynı şekilde bir bilim insanı olan Cemil’in ermiş tavrı, özlü sözleri bir bilim kurgu filmine yakışmayacak sığlıkta veriliyor. İkinci yarı senaryo olarak daha derli toplu ilerlese de bazı noktalarda eksik kalıyor. Örneğin Erol’un yol arkadaşı Andrei’nin akıbeti ne oldu? Ailesini bulabildi mi? Fiziksel olarak filmde bu kadar yer kaplayan bir karakterin sonu gösterilmiyor. Cemil’in kızı hangi dili konuşuyor? Bu sahneyle bize ne anlatılmak isteniyor?
Andrey Tarkovski, Stalker (1979) filminde, insanın inançsız yaşayamayacağı fikrini, insanın inanç arayışını kendine özgü sinema diliyle aktarır. Kaplanoğlu’nun inanç arayışı, Bölge’ye/Ölü Topraklar’a yolculuk ve bir rehberin eşlik etmesi bakımlarından İz Sürücü ile bir yeniden çevrimi andıracak kadar tematik benzerlikleri olan filmi, görsel olarak da birçok yerde Tarkovski’ye “selam çakıyor”. Arayışın sonunda ulaşmamız gereken hazineyi göstererek didaktik, dogmatik ve fikir dayatan bir tavırda bitiyor. Hâlbuki Stalker filminin sonunda 3 ayrı karakter 3 farklı sonuca ulaşırken biz neye ulaştıklarını veya neye ulaşılması gerektiğini bilmeyiz. Hayatın anlamını bulmaya gelen karakterler aradıklarını bulamazlar. Bir nevi bölgede, varoluşun boşluğunu seyrederiz. Dolayısıyla seyirci farklı sonuçlara ulaşır, seyircinin de yolculuğa dahil olduğu en özgün sanat yapıtlarından biri oluşur. Buğday ise başarısız bir replikadan öteye geçemiyor. Yönetmen bizleri açık bir şekilde hak yoluna davet ederken, sinemacı olduğunu unutarak sanat amacından sapıyor ve tebliğ görevini üstleniyor. İnanç açısından bütün dinleri kapsayarak bir barış mesajı verme imkânı varken sadece İslam’da uygulanan teyemmüm vb. göndermelerle bu şansı da kaçırıyor. Kaplanoğlu’nun bu kadar büyük bir meselenin kişisel bir öze dönüş yolu ile çözülebileceği şeklindeki iyimser düşüncesi, görsel olarak üstüne çok uğraşılmış metninin altında kalmıyor, üste çıkıyor. Cannes, Venedik gibi festivallere filmini kabul ettiremeyen yönetmenin, Tokyo Film Festivali’nden en iyi film ödülünü alması, manidar olmanın ötesinde, geleneklerini koruyarak modernleşen Japonların yönetmene verdiği, kendi filminden daha güçlü bir mesajı oluyor.