BİZİM BÜYÜK ÇARESİZLİĞİMİZ

‘Nihal’e başından beri olduğumuzdan farklı göründük. Böyle gerekmişti. Koruyucu, kollayıcı, ne yapması gerektiğini bilen, Nihal düzgün yürüsün, üniversiteyi uzatmadan bitirsin, yaşadığı felaketten makul adımlarla uzaklaşsın diye asfalt döşeyen iki orta yaşlı, deneyimli erkek. Biri göbekli, diğeri kel.’

Barış Bıçakçı’nın anlamlı kitabıyla beyaz perdeye 2011 yılında Seyfi Teoman tarafından aktarılan bir samimi olabilme hikâyesi ‘Bizim Büyük Çaresizliğimiz’. Var olmayanların var edildiği olanların ise yok sayıldığı bir dünyada, iki orta yaşlı erkeğin hikâyesi… Samimiyet yoğun şekilde hissediliyor. Fakat iç içe geçmişliğin verdiği yoğun duygularla, bu iki adamı teke indirgemeye çalışmak durdurulamıyor zihinlerimizde. Samimi olmakla yakınlaşmanın iç içe geçtiği bir evrende, kendi evrenlerinde yaşarken Çetin ve Ender, ender kalabilmenin çetin koşullarını anlarken biz, çetin olabilmenin ender zamanlarını anlatırken onlar, kaybolup gidiyoruz tüm sınırların esnekliğinde. Tüm bu samimiyet sınırları nerede başlıyor, nerede bitiyor? Sanki ikisi de, belki özelliklerinin birleşiminde tek bir adam olarak, bir üçüncüde bu sınırları koruyorlar… Fakat o zaman da samimiyetsiz mi oluyorlar? Samimi bir şekilde çaresiz oluyorlar belki…

Zihnimizde kategorize edilmiş, yoğun şekilde içselleştirilmiş sınırların yok edildiği bir öykü bu. Ender-Çetin-Nihal üçgeninde belirsizliğin belirginleştirdiği tüm karmaşık duyguların içerisinde, belki de en az ihtiyaç duyduğumuz şey kategorize etmek oluyor. Aşkın ne olduğu, eşcinselliğin sınırları, toplumsal cinsiyet kavramı ve baş edemeyip dogmalaştırdığımız bir sürü olgu, filmin, özellikle kitabın hissettirdiklerinde yok olup gidiyor. Ve yok olması, hiçbir şekilde korkutmuyor insanı, hatta kategorize ettiklerimizden soğuyoruz. Sanki kategorize etmek, zihnimizi olduğundan farklı göstermeye zorluyor ve biz zihnimizi korumak için bunu yapmıyoruz.

Ölümle, koruyucu kollayıcı ebeveynlerin yok olmasıyla başlayan hikâyede, içselleştirilecek olan kurallar ve ailenin samimi çerçevesi yokluğunda, birbirlerinin içtenliğine ve sınırlarına muhtaç kalıyor Ender, Çetin ve Nihal. Nihal sonradan gelen, Ender ve Çetin ise yıllardır iç içe geçmiş iki (yoksa bir mi?) kişi. Nihal’in, yıllarca hayalini kurdukları evlerine girmesiyle bir hayal belki yıkılıyor fakat diğer bir hayal gerçek oluyor; aynı kişiye âşık olma hayali. Birbirleriyle de aşk yaşayan Ender ve Çetin, belki de bu hayali dış dünyayla biraz da olsa bağlantı kurma ihtiyacından dolayı kuruyorlar. Bu bağlantıyı ancak aşk ile yapabileceklerini hissediyorlar. Hayatındaki en yoğun olabilecek ilişkiden mahrum bırakılan, travmatik olarak bu bağların yok yolduğunu gören kişinin iyileşmesi ancak bu yoğun ilişkinin tekrarı sırasındaki onarmayla başarılabilir. Anne ve babasını kazada kaybeden ve abisiyle olan bir yaşama devam eden Çetin, psikolojik anlamda anne ve babasının varlığını çok az hissettiren Ender, birbirlerinde buldukları bu yoğun birleşmeden ortaya çıkan duyguları bir üçüncüyle somutlaştırmak istiyorlar. Sanki ancak o zaman elle tutulabilir oluyor. Ender’in deyişiyle, ‘Nihal, daha doğrusu ona beslediğim yaşanmamaya mahkûm aşk, beni bir erkeğe indirgemişti. İki yıl boyunca bütün sınıflandırmaları kadın ve erkek başlıkları altında yapmaya zorlamıştı. Hâlbuki bulutlar da var, kediler de, her dem yeşil bitkiler, binlerce yıldır yeri değişmeyen taşlar, mutfakta bulaşıklar, kenarı kıvrılan kilimler, kar altında kalanlar, sınıflandırmaya tabi olmayanlar… Oysa ben, iki yıl boyunca bir erkekten başka hiçbir şey olamamıştım. Aşkın insanı zenginleştirdiğini biliyorduk, fakirleştirdiğini de bilelim.’

Yaşanmamaya mahkûm olan bu aşk, bir yandan da en geniş haliyle yaşanmak isteniliyor. Aşkı en geniş haliyle yaşamak ancak söze ya da davranışa dökmeden mi gerçekleşebilir? Tüm hikâyede sözlere dökülen ifadelerin ya da hissedilenin davranışa dökülmesinin olduğundan farklı bir duruma yol açtığı, içten geleni yansıtmadığı o zaman da samimiyetten yoksun olduğu durumuyla karşı karşıya kalıyoruz. Yaşanınca sınırların belirlendiği varsayılıyor sanki. Burada Ender araya giriyor, ‘Sınır var mı? İlişkiler için gerçekten bir sınır var mı? Varsa da ikinci sınıf sinema eleştirmenlerinin göremeyeceği bir sınır bu. İnsan severken basit sınıflandırmaların sınırlarını değil kendi sınırlarını görür, kendi sınırlarında dolaşır, kendi sınırlarına değer. Benim bildiğim tek sınır bu.’ Ender ve Çetin’in dostlukları da böyle. En geniş haliyle samimiyet, bir başkasının sınırlarını da kendi içine dâhil etmekten geçiyor. Bir olmak iki kişi olmaktan daha iyidir bazı durumlarda. İç içe geçmişliğin rahatlığında, ben sen, sen de ben olmuşken içtensizlikten bahsedilebilir mi?

Ankara’nın kasvetli görüntüleri, kitapta anlatılışı, duymak istediklerimizin duyulamayışı, var olanların gizlenişi, yok olmaya mahkûm oluşu, gizliliğin altındaki belirsizlik… Tüm bunların ışığı altında Ender’in de dediği gibi ‘genellemelere ihtiyaç duyuyor’ insan. Olduğu gibi görünmenin zor olduğu bir gerçek. Fakat bunun samimiyetsizlik olup olmadığını da sorguluyoruz. O zaman, içten gelenin sınırsızlığından bahsederken şöyle genel bir yorum yapılabilir belki. Birbirlerine karşı sınırı olmayan insanların hayatına sınırlar ancak bir üçüncü ile girer. Böyle olunca da ortaklık bozulur. Ya o üçüncü, ikisini birden taşıyacaktır, ya da diğerleri gibi yok olacaktır. Dışarıdan gelen sınırlandırmaların, içimizde sindirilemeden kalışı gibi (introjection), bu üçüncü kişi de ilişkinin içine girer oturur. Ve o ilişki artık o üçüncü kişi olur. Sanki konuşacak hiçbir şey kalmaz. Tüm sınırlar ve kurallar buna göre belirlenmeye başlar. Düzen değişir. Düzeni korumak zordur. Gidilen yerler değişir, oralarda konuşulan konular değişir. Fakat bu bir fantezi olarak kalmalıdır, fanteziler gerçeğe dönüşmemelidir. İki kişiden biri bu üçüncü ile ikili olmaya kalkarsa, sadece ikili değil, üçlü de dağılacaktır ki zaten hiç üç olunmamıştır. Böyle bir hesaplama yapmaya mecburuz belki. ‘Şimdi düşününce, arzu ahlakla çatışma eğilimi gösterirse, ilişkinin de hesap işi olması zorunluluktur, derim.’

Tüm yaşattığı karmaşık duyguları kelimelere dökerken, samimiyet sınırları içerisinde kalmak çok zor. Yazarken zihnim de beni samimiyetsiz olabileceğim konusunda uyarıyor. Çocukluktan gelen dostluğu korumak için, içtenliğe zarar gelmemesi için, korumak istediğimizin ne olduğunun farkına varmak önemli. Çetin ve Ender gibi yaşanmamasını sağlayarak en geniş haliyle yaşamak mı yoksa dile vurarak bir dostluğun içtenlik sınırlarını yeniden inşa etmek mi? Fakat o zaman da tüm çaresizliğimizle iki kişi yerine tek kişi baş etmek zorunda kalabiliriz. Sözü kitaba bırakarak bitirmek yerinde olacak, ‘Mutfak iyice karanlık olmuştu. Ocağın alevi, tencerenin altından mavi-beyaz, solgun bir ışık yayıyordu. Sokaktan hâlâ çocuk sesleri geliyordu. Ayakta hareketsiz duruyorduk. Her şey çok çocukça ve çok keder vericiydi. Aklıma sevdiğim romandan bir cümle gelmişti. Kederin bizi başrole taşıdığı, ikimiz dışında her şeyi cılız bir manzaraya dönüştürdüğü o anda, cümleyi kendimce yeniden kurdum: Bizim büyük çaresizliğimiz Nihal’e âşık olmamız değil, sesimizin dışarıdaki çocuk sesleri arasında olmayışıydı. Asıl çaresizlik buydu.’

Kitapta geçen anlamlı iç seslerin, beyaz perdeye aktarılmamasından yola çıkarak, filmi kitapla anlatmayı daha yerinde buldum fakat 5 ödül sahibi 61. Berlin Film Festivali‘nde ana yarışma bölümüne seçilmiş bu film, İlker Aksum, Taner Birsel, Fatih Al gibi önemli oyuncuları ve görüntülerinin diliyle kendi iç sesini yaratıyor aslında. Zaten, 30. İstanbul Film Festivali’nde ‘En İyi Görüntü Yönetmeni’ ödülüne de layık görülmüş.

İyi seyirler…

Diğer Yazılar: Tuğba Kocaefe
Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir