BEFORE SERİSİ

Before Sunrise/Sunset/Midnight
-Yazı filmler hakkında fazlasıyla detay içerir.-

İnsan üretmeye başladığından beri en çok yazılıp çizilmiş konuların belki de başında gelir aşk hikayeleri. Birçok filme de konu olmuşlardır, konu olmasalar dahi filme renk katması amacıyla senaryoya ucundan sıkıştırılmışlardır. Peki yaşarken belki de büyük karmaşıklıklarla ve ciddiyetle yaşadığımız duygular birçok filmde neden olabildiğince idealize edilmiş ve içi boşaltılmış bir şekilde karşımıza çıkar? Yani “filmlerdeki gibi bir aşk hikayesini” kaçımız yaşamışızdır ki? Ya da yaşamak ister miyiz ki? Açıkçası bu üçlemenin ismini duyduğumda da bu konuda pek olumlu duygular canlanmamıştı, ama izledikten sonra fikrim değişti diyebilirim.

Bu yıl Boyhood’la oldukça gündeme gelen Richard Linklater’ın romantik üçlemesi Before Sunrise/Sunset/Midnight, Jesse (Ethan Hawke) ve Celine’in (Julie Delpy) tanışmalarından başlayıp 18 yıl sonrasına kadar uzanan hikayesini anlatıyor. Serinin ilk filminde, ikili trende tesadüfen tanışırlar ve sonrasında, Jesse’nin “saçma bir fikrim var ama…” demesiyle işler değişir. Karşımıza bildiğimiz romantik filmlerin aksine, bol ve gerçekçi diyaloglarıyla ağır romantizmden uzak bir film çıkar. Hatta bir film değil, üç film birden bu kıvamda ilerler.

Celine bir anda gecesini Amerikalı genç Jesse ile geçirmeye karar verdikten sonra film bitene kadar süren Viyana yürüyüşü sırasında çift sürekli konuşur. Aslında yalnızca konuşurlar filmde. Öyle ki filmi izlerken Ethan Hawke ve Julie Delpy’nin kendi aralarında sohbet ettiğini ve uzaktan onları dinlediğinizi düşünmeye başlayabilirsiniz. Linklater’ın doğaçlamayı aratmayacak düzeyde yazdığı diyaloglarına oyuncuların iyi performansı da eklenince ortaya hayatta her an görebileceğiniz gerçeklikte kareler çıkıyor. Zaten Linklater’ın filmlerinde yapmak istediği de budur bence. Jesse’nin filmin başlarında, bir yıl boyunca her gün 24’er saatlik sürecek bir TV programı yapmakla ilgili fikirleri yani “hayatı olduğu gibi filme aktarma” fikri belki de yönetmenin kendi filmleriyle yapmaya çalıştığıdır. Serinin ikinci filmi de gerçekten ikilinin 80 dakikasını anlatan 80 dakikalık bir film. Senaryoda 9 yıl aradan sonra birbirlerine kavuşan çifti oynayan oyuncular, yönetmenin kendi deyimiyle “daha derin ve gerçekçi olması için” gerçek hayatta da 9 yıl sonra yeni filminde rol almışlar. Ve son olarak Boyhood ile tam da istediğini yapmıştır bence Linklater.

Derin ve uzun diyalogları ikinci ve üçüncü filmde de devam eder çiftin ama elbette yaşlarının getirisiyle konular farklılaşır. İlk filmde ailelerinden ve toplumdaki şikayetlerinden, akıllarına gelen farklı fikirlerden ve hayallerinden konuşurlarken; ikinci filmde bunların yerini daha çok toplumsal sorunlar, pişmanlıklar ve mutsuzluklar almıştır. Before Sunrise’ın son sahnesinde “Altı ay sonra kaldığımız yerden” diyerek ayrılan çift, 9 yıl sonra Jesse’nin yazdığı kitabın-Jesse yaşadıkları tek geceyi anlatan bir kitap yazmıştır ve kitap çok satmıştır- tanıtımı için Paris’e gelmesiyle bıraktıkları noktadan fazlasıyla farklı bir halde karşılaşırlar. Aradan geçen 9 yıl, ikisi için de sevgiye ve mutlu bir yaşama dair umutlarının kaybolmasına sebep olmuştur. Ama filmin bitişinde Celine’in dansı eşliğinde dinlediğimiz, Nina Simone’un söylediği benim de severek dinlediğim şarkı “Just in Time/Tam Zamanında” ikinci filmde karakterlerin hissettiklerini özetler nitelikte:

 Let’s go

Just in time you’ve found me just in time
Before you came my time was running low
I was lost the losing dice were tossed
My bridges all were crossed nowhere to go
Now you hear now I know just where I’m going
No more doubt of fear I’ve found my way
For love came just in time you’ve found me just in time
And changed my lonely nights that lucky day

Just in time…”

Son filmdeyse olay büyük çoğunlukla değişmiş, çiftin diyaloglarına tartışmalar ve ailevi sorunlar katılmıştır. Hatta ilk iki filmde sürekli yürürken gördüğümüz çifti bu filmin yarısına kadar hiç yürürken görmüyoruz. Bu esnada gerginlikler devam ediyor, ta ki ikizlerini bırakıp bir yürüyüşe çıkana kadar. Gündelik işler dışında bir şeyler konuşmaya başlayan çift de uzun süredir böyle bir yürüyüş yapmadıklarından yakınıyorlar. Yürürken gevezelik etmekten oldukça mutluluk duyan birisi olarak bu sahnede ben de derin bir oh çekiyorum tabii.

Kısaca ilk filmin sonunda çiftin haberleşmeye devam ederlerse hissettiklerinin kaybolacağını düşünmesiyle akıllara gelen soru “Yaşanmışlıklar sevgiyi tüketir mi ?” son filmin asıl konusu oluyor yani. Aslında bu soru, büyük bir ivmeyle hızlanan iletişimle tanışmış modern çağ insanının sıkça sormaya başladığı bir soru. İletişim hızlandıkça, bir ömür yaşanacaklar bir kaç aya sığdırılır ve sevgi tükenir mi? Elbette bu soruları yanıtlamak oldukça karışık fakat, bu çağda doğmuş/büyümüş birisi olarak evet tükenir diyemem. Bana kalırsa yaşanmışlıklar sevgiyi çoğaltır, karşımızdakini hayalimizle karıştırmadığımız sürece. Hızlanan iletişimse birbirimizi tanımamızı çabuklaştırır, belki de gerçeği görmeyi kolaylaştırır. Ve evet senaryoda beni destekliyor, bir çok sorunla karşılaşan çift ayrılık noktasına geliyorlar fakat Jesse’nin “yapıcı” olma çabasının etkisiyle mutsuz olmayan bir diyalogla film bitiyor.

Yüksek kalitede çekim açılarının, kamerayla uyumlu giden müziklerin, sürprizli senaryoların veya kurgunun olmadığı bu üçleme; film izlerken mutlaka derin sessizlikler ve imgeler arayanların veya bol hareketli, heyecanlı filmler sevenlerin hoşuna gitmeyecektir belki. Fakat ben bunlara rağmen beğenmedim diyemiyorum. Daha önce de dediğim gibi yönetmen kendi tarzının dışına çıkmamış bu filmlerinde de.

Waking Life’taki diyaloglarıyla zihnimi alt üst eden yönetmenin, yalnızca diyaloglardan ve güzel mekan seçimlerinden oluşan bu üç filmini izlerken de daha önce kendi kendime düşündüğüm veya birileriyle tartıştığım ya da hiç mi hiç aklıma gelmemiş bir çok konuyu zihnim gündemine aldı. Amma velakin o konuların hepsini tek tek açmaya imkan yok. Eğer siz de benim gibi aylak aylak yürümeyi, aklınıza gelen her konudan konuşmayı seviyorsanız ve klasik dramatizm satan romantik filmlerden ya da henüz anlamlandıramadığım romantik komedilerden bıktıysanız bu üçlemeyi sevebilirsiniz.

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir