‘‘Zihin güzel bir yerdir fakat zifiri karanlık olabilir.’’
David Lynch
Anthony Hopkins ve Oliva Colman’ın başrollerinde olduğu, neredeyse tek mekanda geçen The Father, yaşlanma sürecindeki bir adamın yalnızlığına ayna tutuyor. Yaş almanın kaçınılmaz son olduğu yaşadığımız bu hayatta, bazı yüklerin çok ağır olduğunu gösteren film, baba-kız ilişkisine de odaklanıyor. Anthony’e huysuz bir yaşlı diyebiliriz. Onun huysuzluğu hayatı anlamlandırma gereçlerinin giderek azalmış olmasından kaynaklanıyor. David Lynch’in de söylediği gibi zihin çok güzel bir yer olsa da bazen zifiri karanlık olabilir. İşte seyirci bu film sayesinde zihnin karanlıkta kalan kısmına ortak olmaktan mesul…
The Father’ın atmosferi gerilim filmlerini hatırlatıyor. Yönetmenin bu tercihini çok sevdim. Çünkü bana göre de bu hayattaki en korkunç şey, yaşlanırken yaşlanmanın bu denli zor olduğuyla yüzleşmek. Henüz kafa karışıklığı yaşamayan insanlar için bu durum çok anlaşılır değil bana göre. Zor bir durum olduğunu fark etsek de hiçbir şekilde gerçek anlamda anlayamayacağımız bir durum Anthony’nin yaşadığı… Bu yüzden teknik anlamda yönetmenin kamera kullanımlarını çok başarılı buldum. Renkler, planlar, kamera hareketleri gerginliğin dozunu dengede bir şekilde seyirciye aktarıyor.
Filmde çok sevdiğim bir başka nokta ise derdini çok fazla söz söylemeden perdeye aktarabilmesi. Metaforların açıktan verilmiş olması bu film için ideal bana göre. Çünkü bu film, izlenilmekten öte hissedilmek istiyor. Yönetmenin tam da yapmak istediği şey bu! Anthony’nin dünyaya bakışında, zamanı normal şekilde akan, hayata uyumlu kalabilen genç adamın saati kaybolmuyor. Koltukta oturdukları sahnede en çok merak ettiği şey, diğer adamın kolundaki saat! Çünkü kendi saati kolunda değil fakat adamın saati kolunda! Onun tek derdi zaman çünkü. Saat metaforu o kadar farklı anlamlarda okunabilir ki… Bu yüzden hafıza-saat (zaman) ilişkisini başarılı buldum. Aynı zamanda kulaklıkla müzik dinlerken müziğin aniden takılması, kendi hayatının da bir noktada kalakaldığının en güzel örneği. Cd’yi temizleme çabası, hayata tutunma isteğini gösteriyor.
Filmi izlemeden önce hasta yakını olan Anne’in de yaşadıklarına odaklanacağımızı düşünmüştüm. Oysa buradaki tek başrol Anthony! Anne’in duygu durumuna, hissettiklerine, hayatının nasıl olduğuna çok fazla dahil olamıyoruz. Bu da seyirciyi duygu yönünden Anthony’e daha fazla yaklaştırıyor. Örneğin motor becerilerin gitgide zayıfladığını gördüğümüz babanın kazağını giyemediği sahnede, kızının duygularına uzaktan bakıp geçiyor film. Çünkü burada anlamamız gereken yalnızca Anthony. Çünkü Anne bize filmin başında, mutfakta elinden düşürdüğü kupayla hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağını zaten söyledi.
Anne’in doktoru aradığı bölümde, oldukça hoşuma giden ve daha önce hiç duymadığım bir cümleyle karşılaştım. Çağrı merkezindeki ses, “Aradığınız numara onu beklediğinizi biliyor…” diyordu. Bu cümlenin insana kendisini iyi hissettiren bir tarafı olduğunu düşündüm. Aslında aradığı numara, onun kim olarak onu beklediğini bilmiyor. Tıpkı Anne’in babası gibi. Bazen kızını tanımasa da onu çok sevdiğini biliyor…
Hayat musluktan akan su gibi hızlı hızlı akacak ve bir anda yavaşlayıp son bulacak. Bunu herkes farklı farklı şekillerde yaşayacak…
Derdini başarılı bir şekilde aktarabilmeyi başaran The Father hakkında bazı noktalarda kararsızım. Sanki hikayeyi daha ileri götürebilecekken durmak istemiş yönetmen. Genel hatlarına baktığım zaman çok daha iyi olabilecekken yavan kalan yerler olduğunu düşünmeden de edemiyorum. Eksik olanın ne olduğunu anlamak için üzerinden biraz daha zaman geçmesine ihtiyacım var belki.
‘‘Bütün yapraklarım dökülüyormuş gibi hissediyorum.’’ İnsan, yaşadığı onca mevsime rağmen yapraklarını dökmemek için ısrar eden bir canlı, yapraklarının yok oluşuna böylesine şahit olan bir insan hayatta kalmak için saate bakıp durmaktan başka ne yapabilir ki?