Aşkın Çekimi

Yaratıcılığın en önemli ürünlerinden biri olan sinema her zaman farkında olunan ya da farkında olunmayan amaçlara hizmet etmiştir. Yaratıcının (yönetmenin, senaristin, vb.) destek veren ekibi ile iç dünyasını ‘özgürce’ (!) perdeye taşıdığı filmlerde dahi farkında olunmayan bir amaç güdülmüş olabilir. Bu amaç, Psikanalist Jean-Michel Quinodoz tarafından şöyle yorumlanmıştır;

‘Zaten, tıpkı sanatçı gibi rüya görenin amaçlarından biri de kendisini harekete geçiren bilinçdışı duygular dizilimini aynen psikanalistte de uyandırmakla kalmayıp, aynı zamanda onarımını tamamına erdirme çabası ve çatışmasını uyandırmak da değil midir?’  

Yani, yaratıcının bir bakıma, bir imdat çağrısıdır sinema! Onarılmayı bekleyen bilinçdışının gözler önüne serilmesidir; bütünleşme arzusudur. Böyle bakıldığında, sinemanın bilinçli olarak bir ideolojiye hizmet ettiği, özellikle diktatörlüğün egemen olduğu dönemler ve savaş zamanlarında manipüle edildiği ‘Propaganda Sineması’, yaratıcılığın ketlenmesi ve bireyselliğin arka planda olmasına zorlanması bakımından, Quinodoz’nun belirttiği gibi toplumun çatışmasını uyandırması bakımından bir amaca hizmet etse de, tutsak edicidir. Birey- toplum ikiliğinde, yönetim tarafından bireyin ihtiyaçları toplumun ‘refahı’ için göz ardı edilmişse, o toplumda bir ‘özgürlükten’ söz edilemez. Böyle bir tutsaklıkta, ne sanat icra edilebilir ne de herhangi bir yaratıcılık gün yüzüne çıkabilir.

Tam da yukarıda bahsettiğim durumlardan bakıldığında ‘Their Finest’ birey-toplum ikiliğini güzel yansıtan, ‘Propaganda Sineması’ başlığı altında ‘İstihbarat Bakanlığı’ tarafından kurallarının konduğu bir düzende bireysel duyguları es geçmeyen bir film yaratımını çok iyi aktaran bir film…

Savaş ortamında ‘Kadınlık’ ve Bireysellik

Lissa Evans’ın ‘Their Finest Hour and A Half’ adlı kitabından beyaz perdeye aktarılmış ‘Their Finest-Aşkın Çekimi’ II. Dünya Savaşı zamanı Londra’sını konu alıyor. Catrin karakterini başarılı bir şekilde canlandıran Gemma Arterton, erkeklerin savaşta olduğu, birçoğunun katledildiği bir düzende, mecburen kadınlara açılmış olan iş ortamında bir savaş veriyor aslında. Kadınların, erkek çalışanlar kadar maaş alamadığı, görünürdeki kibarlığın arkasında ikinci plana itilen kadınlığın var olduğu bu düzende, Catrin tüm ‘mecburi boşluk’ları kendi lehine kullanabilmeyi başarmış bir kadın karakter olarak karşımıza çıkıyor. Savaş düzeninde yok edilen bireysel duygular gibi erkek düzeninde yok edilen kadınlığın savaşı ortaya çıkıyor.

Bir film yaratımının filmini izliyoruz beyaz perdede. Bu durum, ilk sahnede, savaştaki erkeklerin cephaneleri için mermi sağlayan, kadınların çalıştığı bir fabrikada bir kadın diyaloğuyla karşımıza çıkıyor. Bu ve sonraki kadın diyaloglarında (Catrin’in yazması için verilmiş) aslında duyguların ve yasın ne kadar sahte bir dille anlatıldığını, önemli olanın ve kesinlikle olması gerekenin toplumu ideoloji düzeninde bir araya getirmek olduğunu görüyoruz. Yani, önemli olan mermilerin eksik olmaması oluyor, birini kaybetmenin hüznü değil… Fakat sonrasında bir gazete haberiyle durumlar değişiyor. Dunkirk olayının gazetede çıkması üzerine ikiz kadınlardan ‘istihbarat’ alma peşine düşen Catrin, hikâyenin aslının farklı olduğunu öğreniyor. Dunkirk’teki askerleri kurtarmak isteyen kadınların kahramanlık hikâyesinden ziyade, zulmedici bir babadan kaçış ve aslında ‘kurtaramama’ hikâyesini öğrenen Catrin, umutsuzca ofise geri dönerken kadınların ‘onarım çabasını ve çatışmalarını’ duyduğunu fark ediyor. Bu iki kadının hikâyesini, Catrin tamamlıyor. ‘Kızlar kahraman olmak istemezler, kahramana sahip olmak isterler’ denilerek karşı çıkılsa da filmde, ‘The Nancy Starling’ adlı tekneyi onaran da askerleri kurtaran da kadınlar oluyor. Yanlış hatırlamıyorsam teknenin adı da ikiz kadınların annelerinin adıydı. Yani, böyle bakarsak, baba işlevinin zulmedici ve yasaklayıcı olduğu yerde, anneliğin kapsayıcılığı devrede oluyor.

Film, bence, ‘Aşkın Çekimi’ gibi aşkın ortada olduğu bir başlığa indirgenemeyecek kadar geniş kapsamlı bir yapıt. Kadın-erkek, savaş düzeni, birey-toplum çatışmasında yaratıcılığın dönüştürülebildiği, yasın tutulabildiği, narsisistik hazza ulaşma çabasının (popülerliğini kaybetmiş aktör Ambrose Hilliard rolündeki Bill Nighy tarafından canlandırılan) merhamete dönüştüğü bir ortam yaratma çabası anlatılıyor. Catrin’in iş arkadaşı Tom Buckley (Sam Claflin) ile yaşa(yama)dığı aşk da kadınlığın bir sığınma çabası olarak değil de iki kişinin eşit bir düzende bir araya geldiği bir ilişkiyle gösteriliyor. Tüm bu bakımlardan, önemli ve anlamlı bir film olduğunu söyleyebiliriz.

İyi seyirler…

Diğer Yazılar: Tuğba Kocaefe
Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir