“Dün gece sen uyurken/Yüreğim bir yıldız gibi bağlandı sana/İşte bu yüzden sırf bu yüzden/Yeni bir isim verdim sana/DESTİNA” Lale Müldür
Burak Çevik’in ikinci uzun metrajlı filmi Aidiyet’i Boğaziçi Film Festivali’nin son gününde izleme fırsatı buldum. Ulusal yarışmada en iyi film ödülünü alan Aidiyet‘i izlemek, benim için oldukça farklı bir deneyimdi. Bu yazıyı kaleme almadan önce biraz zaman geçmesini istedim çünkü Aidiyet, hem seyirciler adına hem de sinemamız adına oldukça yenilikçi bir üslupla ele alınmış. Bu yüzden filmin içimde biraz demlenmesini beklemek yerinde olacaktı. Bu deneysel üslup, yenilik sevenleri mutlu edecektir şüphesiz fakat daha önce denenmemişi denemek doğal olarak birtakım noksan yanları da beraberinde getirecektir. Bu riski göze alan Burak Çevik, ortaya ilginç bir film çıkarmış. Öncelikle film tam anlamıyla iki bölümden oluşuyor. İlk bölüm geleneksel film anlayışının dışına çıkarak “fotoroman” tekniğine yaklaşıyor. Anlatıcı olayları aktarırken, konuya uygun mekanların seçildiği görüntüler sayesinde seyirci filmi hayal ediyor ve bir nevi seyirci kendi hayal gücüne bağlı olarak filmi kendisi çekiyor. Bu durum beni oldukça etkiledi ve filmin bana göre en etkili kısmı da bu ilk bölüm. Gerilim dozu yüksek, tamamen görüntülere kilitlenmiş bir vaziyette olayları kendi zihnimde oynattım. Bu sayede Burak Çevik, seyirciyi pasif durumdan çıkartıp, aktif bir role bürüyor. Görüntüler gelip geçerken, hikayenin tutkulu bir aşka bağlı olarak işlenen bir cinayet olduğunu öğreniyoruz. Hikayeyi özetlemek gerekirse: Onur, Pelin ile bir barda tanışır ve o gece tek gecelik bir ilişki yaşarlar. Ertesi gün Onur askere gider ve döndüğünde Pelin ile görüşmeye devam eder. Fakat bu görüşme saplantılı bir ilişkiye dönüşür. Pelin, Onur’dan annesini öldürmesini ister. Onur ilk başta bu isteğe karşı çıksa da bir süre sonra kabul eder ve olaylar gelişir. İlk bölüm hikayenin giriş, gelişme ve sonuç bölümlerini bir çırpıda seyircinin zihninde canlandırırken ikinci bölüm tekrar giriş kısmına yani Onur ile Pelin’in tanıştığı geceye dönüş yapar.
İkinci bölümde Burak Çevik, olayları seyircinin zihninden çıkartıp kendi yorumuna şahitlik ettirir. Onur ile Pelin’in barda tanışıp Pelin’in evine gitmesiyle ilerleyen bu bölümde daha çok ikilinin arasında geçen diyaloglar göze çarpar. Bu diyaloglar her ne kadar keyifli olsa da ilk bölümün yaşattığı o gerilim havasından bir hayli uzak. İkinci bölüme başlarken bu sefer olayları yönetmenin bakış açısıyla izleyeceğimizi hissediyoruz fakat yönetmen sadece tanışma anını izletip filmi bitiriyor. Filmin ilk bölümü saydığım nedenlerden dolayı güçlü kısmı ancak ikinci kısım bir o kadar yüzeysel ve filmin en zayıf kısmı da bence bu ikinci bölüm. Süresi biraz daha uzun olsa ve olayları bir de yönetmen bakış açısıyla izlesek muhtemelen daha farklı şeylerden bahsediyor olurduk. Böylece film seyircide tamamlanmamış hissiyatı yaratıyor. Muhteşem bir fikir birtakım eksiklikler yüzünden ortalama bir filme dönüşüyor. Filmin hikayesinin gerçek bir olaya dayandığını hatta yönetmenin teyzesinin başından geçtiğini düşünürsek, bu filmi onlara bir borç olarak çektiğini söyleyebiliriz. Burak Çevik’in aidiyeti de burada saklı. Ben filmi beğenen taraftayım. Yenilikçi ve deneysel üslubundan dolayı herkese hitap etmeyebilir ancak son dönem sinemamızın yaratıcılık krizinde olduğunu göz önüne alırsak Burak Çevik’in bu deneyi oldukça umut verici. Kerem Akça’nın filmi çok güzel tanımlayan cümlesiyle yazımı sonlandırıyorum: “Aidiyet, Chris Marker-Eric Rohmer kırması ‘postmodern ve deneysel bir ilişki neo-noir’ı olarak tanımlanabilir. Bu melez yapı bile ‘keşif’ için yeter de artar bile!”1
1http://www.hurriyet.com.tr/kelebek/keyif/boyle-aidiyetler-ufuk-acar-41115924