The Equalizer: Adalet Ararken Tekrara Düşmek
Yönetmen Antoine Fuqua tarafından 80’lerin TV dizisinden uyarlanan Adalet (The Equalizer), iyi başlayan ancak yarısından sonra yine klasik Hollywood klişelerinde boğulan bir aksiyon.
Özellikle müzikleri ve çekimleri ile ön plana çıkan Adalet, konu ve senaryo açısından maalesef sınıfta kalıyor. Seyircinin hiç şaşırmayacağı stereotip karakterleri ezbere kullanan, bazı yerlerde fazlasıyla araklayan senaryo, özellikle filmin ikinci yarısından itibaren sıkıcılaşmaya başlıyor.
Yazının bundan sonrası film ile ilgili detaylı bilgi içermektedir
Denzel Washington tarafından canlandırılan Robert McCall, kendi halinde sakin bir yaşam sürdüren, temizlik ve düzene dikkat eden, görece takıntılı bir adamdır. Tanıdık geliyor değil mi? Robert aksiyon filmlerinde karşımıza çokça gelen“zeki ve gizemli; müthiş adam öldürme yetenekleri taşıyan kahraman” değil mi? Robert’ın her yaptığı işte kronometre ile zaman tutması, her akşam aynı lokantaya gidip çay eşliğinde kitap okumak gibi rutinleri, eline aldığı her objeyi bir yere koyarken milimetrik yerleştirmesi gibi detaylar filmin en başından bu tarz klişelerle dolu olacağının ipucunu veriyor.
Bana biraz Leon filmini andıran sahneler ve diyaloglarla filme dahil olan Teri (Chloë Grace Moretz), filmde Robert’in suç dünyasına karşı adalet duygusu ile giriştiği kavgasının bahanesi olarak yer alıyor. Film sonuna dek hiçbir sahnede görünmeyen Teri, yalnızca kadın karakter kotasının doldurulması için oynatılmış gibi duruyor.
Robert’in Teri’nin intikamı için girdiği kavganın sonrası ise; ucu bucağı olmayan ve aksiyon derdi ile çekilmiş bir dizi kan, şiddet, dövüş ve patlama sahnesinden oluşan bir karmaşaya dönüşüyor. Bir anda kendini ‘şehrin adalet savaşçısı’ konumunda görmeye başlayan Robert, tam olarak ne olduğunu bilmediğimiz geçmişinde aldığı eğitim ve deneyimler ile ne denli iyi bir katil olduğunu kanıtlamak adına oldukça yaratıcı cinayetler işlemeye başlıyor. Robert’in aksiyon sahneleri öncesinde rakiplerinin zayıf yerlerini, kavgada kullanabileceği alan ve objeleri incelemesi, tuzaklar kurması ve zamanı hesaplaması Sherlock Holmes’u anımsatıyor. Güya eski hayatından vazgeçen ve sakin bir hayat sürmeye karar veren bir eğitimli katilin, birden bire adalet uğruna eski günlerine dönmesi, cinayet işlerken böylesine hesaplı olması ve bu durumdan zevk alırcasına her seferinde oldukça yaratıcı öldürme teknikleri bulması filmin tüm gidişatını bir anda alt üst ediyor. Robert sanki adalet için değil, öldürmeyi sevdiği için öldürüyor. Yalnızca sevdikleri için girdiği ve bireysel bir direniş gibi görünen kavgası, oldukça nüfuzlu Rus mafyasının peşine düşmesi ile birlikte Hollywood aksiyonlarının sıklıkla başvurduğu o milliyetçi poza bürünüveriyor. Filmin özellikle bu noktasından sonra sık sık gösterilen Amerika bayrağı ve yine aslında olayın her noktasına hakim olan ancak müdahale etmeyen muhtelif gizli devlet departmanları sahneleri ile film iyice aşağı çekiliyor. Robert bir anda adalet kavgasını ülkesi için vermeye başlıyor. Son sahnelerde ise Robert’in mafyayı bitirmek için kalkıp Rusya’ya gitmesi, burada bir kamyon dolu adamı öldürmesi (ki seyirci hiçbirine şahit olmuyor, bir anda ölüleri görüyoruz) ve baş düşman rolündeki mafya babasını yine psikopat bir şekilde öldürmesi gibi saçmalıklar yaşanıyor.
Oyuncular konusunda yapılan iyi seçimler sayesinde herhangi bir sıkıntıya düşmeyen film; edebiyatın metafor olarak kullanıldığı diyaloglar ve ümit verici sahneler ile başlasa da, devamında maalesef herhangi bir yenilik sunmuyor seyirciye. Bu açıdan, Adalet tek seferlik bir eğlence olmaktan ileriye gidemiyor. Başrol oyuncusunun bir yerleri patlatıp, alevlerin önünde karizmatik bir şekilde yürüdüğü filmleri seviyorsanız, bu filmi de sevebilirsiniz.
İyi seyirler.