2000’li yılların başlarından itibaren ülke sinemamızın en çok konuşulan yönetmenlerinden birisi olmayı başardı Çağan Irmak. Yaptığı diziler ardılları olan televizyon dizilerine yön verdi. Babam ve Oğlum filmi neredeyse kulaktan kulağa yayılarak en çok izlenen Türk filmlerinden birisi oldu. Ekibimizin genç üyesi Furkan ve arkadaşlarının ricasını kırmayarak Trakya Üniversitesi’ne söyleşiye giden Irmak, söyleşi öncesinde ve sonrasında kendisine eşlik eden Furkan’la FikriSinema için güzel bir röportaj yaptı. Bundan sonrasında söz Furkan ve Çağan Irmak’ta.
————————————————————————————————————————————–
Trakya Üniversitesi Sinema Topluluğu olarak, okulumuzda geçtiğimiz hafta Çağan Irmak’ı ağırlayıp bir söyleşi gerçekleştirdik. Söyleşinin gelişme süreci ise bizim için çok güzeldi. Çünkü kendisi ile iletişime geçtiğimizde söyleşiye gelirim ama bir şartla dedi. 25 tane fidan dikip, dikerken çektiğiniz fotoğrafları ve videoları bana yollarsanız gelirim dedi. Bu samimi teklif bizlerin de çok hoşuna gittiği için hemen kolları sıvadık ve işe koyulduk. Ben, bizlere böyle bir organizasyona vesile olduğu için kendisine buradan bir kez daha teşekkürlerimi iletmek istiyorum. Zaten şu sıralar “Evladın için Bir Ağaç Dik” projesiyle, Tema Vakfı ile kol kola bir hareket halinde. Söyleşi günü sabahı kendisini almaya gittiğimizde FikriSinema okurları için bir röportaj gerçekleştirmek istediğimi belirttim ve beni kırmadı. Yolculuk sırasında spontane sayılabilecek keyifli bir sohbet gerçekleştirdik. Salonda ve yolculuk sırasındaki sohbetimizde kendisine yönelttiğimiz soruları röportajımızda okuyabilirsiniz.
Geçmişte bazı röportajlarınızda, müzik ve edebiyatı sinemadan daha çok sevdiğinizi söylemiştiniz. Peki sizi onların yerine sinemaya yönelten ne oldu?
Şöyle ki; ikisini de yapamadığım için sinemaya yöneldim.(Gülüşmeler..) Beslendiğim kaynaklar onlar. Sanatın tarihine baktığımızda müzik ve edebiyat sinemadan çok daha eski sanat dalları. Dolayısıyla sinemanın kendisinin de beslendiği şeyler bunlar. Biz üniversitedeyken sinemaya çok affedersiniz piç sanat derdik. Çünkü sinema yedi sanatın toplamı, birleştiği bir şeydir. Fotoğraftan da çalar, edebiyattan da çalar, müzikten de çalar. Bunları güzel de yapar. Çünkü sinema çok ciddi bir yalan söyleme işidir. Söylediğiniz yalan ne kadar güzelse o kadar inandırıcı olur. O nedenle bu sinemayı sevmediğim anlamına gelmiyor. Aslında çok basit, ıssız bir adaya düşseydim ve ille de bir şey seçmem gerekseydi yanıma filmlerimi değil de ipodumu ve kitaplarımı alırdım.
Müziği filmlerinizde de çok kullanıyorsunuz zaten ve iyi kullanıyorsunuz. Bunu görüyoruz.
Ben şimdi müziğe sadece müzik gözüyle bakmıyorum. Mesela bu ortamın da bir müziği var, yolda yürürken adımlarınız, esen rüzgarın sesi… Tarkovsky de mesela hiç müzik kullanmaz. Ona da sormuşlar, “Bence hayatın kendisi müzik” diyor adam. Yani bir rüzgarın esişini de müzik olarak koyabilirsiniz filminize. Aslında evet müziği kullanıyorum ama çok fazla da kullanan birisi değilim. Kullandığım yerdeki o his size geçiyor ki akılda kalıyor. Ben hikayenin anlatıcı bir aracı olarak görüyorum müziği, mesela fon müziği olarak hiçbir zaman kullanmam. Karanlıktakiler gibi hiç müzik kullanmadığım filmim de oldu. Çünkü karakterlerin hayatlarında da müzik yoktu. Müziksiz ve kasvetli bir evde yaşıyorlardı. Hikayenin gerekliliği olarak müzik yapmadık mesela. Ama orada etraf, o çarşının, caddenin sesi, kadının paranoid şizofreni olması, onların hepsi abartılmış sesler olarak hayatımıza giriyordu. Onlar da müzikti mesela.
Kariyerinizin henüz başındaki Çilekli Pasta ve Günaydın İstanbul Kardeş televizyon filmleriyle adınızdan fazlasıyla söz ettirmeyi başardınız. Sonrasında Asmalı Konak ve Şaşıfelek Çıkmazı gibi başarılı dizi projeleriyle ülke çapında bir yönetmen oldunuz. Geçmişe dönüp baktığınızda dizi projeleri mi yoksa televizyon filmleri mi kariyerinize bir ivme kazandırdı?
Ben yönetmen olarak kariyerime başladığımda 28 yaşımdaydım. Kendi senaryom olan Günaydın İstanbul Kardeş’le ilk filmimi çektim. Şimdi değil ama Türk sineması için benim o dönemde yaptığım bu şey, hem senaryoyu yazıp hem de film yapmak, çok zordu. O zamanlarda yapımcılar kimseye güvenmiyordu. Daha doğrusu o kadar genç birine güvenmiyorlardı. O nedenle televizyon filmleri yapımcılara özellikle, bir şekilde kendini kanıtlamak için iyi oldu. Ama acemice şeyler olduğunu açık açık söylemeden de geçemeyeceğim. Tabi sonra Asmalı Konak’ın patlaması da iyi oldu ama bunların hiçbiri sinemaya bir artı puan olarak dönmedi. Çünkü öyle olsaydı Asmalı Konak’ın başarısının devamında Mustafa Hakkında Her Şey gişede batmazdı. Kısaca televizyonun başarısı ile sinemanın başarısının birbirini tetikleyen şeyler olduğunu düşünmüyorum. Sinema ve televizyon birbirinden bazı anlamlarda çok ayrı şeyler, bu da onlardan birisi.
Mustafa Hakkında Her Şey demişken filmlerinize baktığımızda Babam ve Oğlum, Issız Adam, Dedemin İnsanları, Tamam mıyız filmleriniz hep duygusallığı ön planda tutan yapımlar. Fakat Mustafa Hakkında Her Şey ve Karanlıktakiler biraz daha sert filmler. Bu filmlere baktığımızda şekil olarak sizce çizginiz dışında yapımlar mıydı yoksa diğerleriyle bir noktadan da bağlı yapımlar mıydı?
Bazı filmlerimin genel akışa aykırı durduğunun farkındayım ama onları yapan da benim, onlar da benim farklı bir yönüm. Ben buna şöyle cevap veriyorum. Üzerimdeki gömleği her zaman değiştirebilirim ama içindeki her zaman benim.
Otosansür uyguluyor musunuz?
Açıkçası evet, bazen uyguluyorum. Eskiden bu kadar uygulamazdım. Ama artık daha fazla uyguluyorum. Size uygulanacağını bildiğiniz sansür karşısında farklı yöntemler seçiyorsunuz, hikayeyi anlatmak ama yine de aynı şeyi söylemek için. Söylemek istediğin bir cümle var, bunu ciddi söylersen kelleni keserler ama mizah katarak söylersen oradan yırtarsın. Bu Osmanlı’dan beri var olan bir şeydir. Sen istediğin kadar otosansür uygula aynı cümleyi bir şekilde ediyorsun. Kimse senin elinden bu özgürlüğünü alamıyor. Mesela İran sineması muhteşem bir sinemadır, inanılmaz güzel şeyler yapmışlardır. Ama ciddi bir sansürle karşı karşıyalar, bu yüzden öyle farklı anlatım yöntemleri benimsemişler ki kendilerine, deli gibi ödülle dönüyorlar her yerden. Eskilerin dediği gibi her yokluğun başka bir rahatı vardır. Bu yokluk sana başka şeyler de yaptırıyor. Yepyeni bir arayışa da giriyorsun. Fakat asla bundan mutluluk duyacak değilim tabi ki. Keşke eyleme dönüşmeyen düşüncenin suç olmadığını, bunu söylerken bile utanıyorum, ama keşke kabul edebilsek. Giderek edemiyoruz, giderek tahammülsüz bir topluma dönüşüyoruz.
Son dönemde bir gelişme oldu. Babam ve Oğlum filmi IMDB Top 250 listesinde ilk 100’e girdi. Sizin için filminizin IMDB listesinin ilk 100’ünde yer alması ne kadar anlamlı?
Anlamı var tabi ki, ben gurur duyuyorum. Şöyle ki o gurur bana ait değil. Türk seyircisinin ve dünyada filmi izleyen belirli bir kitlenin kendi başarısı. Çünkü onların oylarıyla oldu. O yüzden önemli benim için, gurur duyuyorum.
Uğur Polat’tan Çetin Tekindor’a, Nejat İşler’den Fikret Kuşkan’a, Yetkin Dikinciler’den Hümeyra’ya kadar birçok özel isimle çalıştınız. Ki bazılarıyla birden çok projenizde birlikteydiniz. Dönüp geriye baktığınızda onlarla çalışmanın zorlukları mı hafızanızda kalan yoksa aldığınız zevk mi?
Kesinlikle aldığım zevk, ben bir oyuncuyla çalışırken hiçbir zaman zorlanmam. Çünkü ortak noktada paylaştığımız, konuştuğumuz, karakteri ortaya çıkarırken yaşadığımız süreç hep benim için yeni şeyler öğrenme ve keyif sürecidir. O benim işimin en sevdiğim tarafı, oyuncu yönetimi dediğimiz kısmıdır.
Filmlerinizde hep bir ayağınızın geçmişte olduğunu görüyoruz. Alican’ın babasıyla bağından tutun, Babam ve Oğlum’un geçmişteki yolculuğuna, Issız Adam’ın müziklerinden tutun da Çemberimde Gül Oya’nın dönemine kadar, keza Dedemin İnsanları aynı şekilde, bir ayağınızın geçmişte olduğunu hissediyoruz. Geçmişi anlatmanın sizin için ayrı bir önemi mi var, yoksa o dönemin hafızanızda tetiklediği olaylar mı var?
Kesinlikle ikincisi. Ben geçmişe nostaljik bir durum gözüyle bakmıyorum. Bazen hikayeyi güçlü kılmak için geçmiş ayağını göstermek gerekiyor. Bazen bugünle kıyaslama yapmak için olumlu veya olumsuz geçmişe döndüğüm oluyor ama benim için geçmiş nostaljik, ah ne tatlı bir şey diye anılacak bir olgu değil, o sadece hikayenin gerekliliği olarak orada oluyor.
Çemberimde Gül Oya ve Asmalı Konak gibi Türk dizi tarihinin iki unutulmaz yapımının mimarısınız. Akıllarda kalan yapımlardı. Fakat şu anda Türk dizileri metot olarak çok değişti. Sizce izleyicinin talebi mi değişti yoksa sadece yapımlar mı değişti?
İzleyicinin talebinin ben doğru bir gösterge olduğunu zannetmiyorum. Çünkü televizyon zevkine yön veren reyting araçlarının çok kısır bir döngüye bağlı yerlerde konumlandırıldığından şikayetçiyim. Bu döngünün bir şekilde kırılacağını düşünüyorum. Örneğin internet dizileriyle, YouTube’da gençlerin kendi kendine yaptığı kısa filmlerle.. Açıkçası yurt dışında HBO’nun, Netflix’in yaptığı dizileri izledikçe ben kendi dizilerimize çok büyük üzüntüyle bakıyorum. Biz bunu hak etmiyoruz, bu böyle olmamalı. Ama işte bunun nedeni ne sen ne ben, ne de o diziyi getirip televizyona koyan yapımcı, bunun nedeni sistemli bir şekilde Türk halkının zevkinin ve zeka seviyesinin aşağı çekilmek istenmesi. Şu anda her şeyi bir tarafa bırakalım, hiçbir reyting kaygısı gütmeden, reytingin olmadığı ütopik bir hayal kuralım ve hepimizin beynini tokatlayan bambaşka bir yapım yapalım deseler ben böyle birikimimizin de olduğunu ve yapabileceğimizi de zannetmiyorum. Şimdi hep halka inmekten bahsedilir, bu işin kalleşliği, çok kolaycılığı. Madem sen halka inmekten bahsediyorsun, halkın üstünde bir yerde olarak görüyorsun kendini, “Peki niye halkı kendine doğru çekmeye çalışmıyorsun?” diye sorarlar adama. Hiçbir yere laf çarpıtmıyorum bu arada. Bu konu çok farklı bir yere gidebilir, altta çok başka şeyler araştırıp bulmanız gerekiyor gençler olarak.
Peki yurt dışında bir film çekmek şu an için bir hayal mi? Yoksa yakın bir zamanda var mı kafanızda böyle bir plan ya da proje? Aslında bu soruyu sadece sizin için değil, genel olarak yerli yönetmenlerimiz için düşünebilirsiniz.
Yani bilmem ki bu çok konuşulan ilkel bir soru bana kalırsa. Böyle güçlü endüstrilerin, Hindistan film endüstrisi, Amerikan film endüstrisi gibi, hani herkesin bildiği bu endüstrilerin bizlere ihtiyaçları yok maalesef. İhtiyaç olduğu zaman da geliyor bir şeyler yapıyor gidiyorlar buradan. Yurt dışında film çekmek için onlardan böyle bir teklif geldiğinde olur. Ama şöyle de bir durum var. Ben bir Türk yönetmen olarak, bir Amerikalıyı, bir İranlıyı onlardan daha mı iyi anlatabilirim hayır, o yüzden de ülkelerin sinemasının birbirine çok da ihtiyacı olduğunu düşünmüyorum. Sadece izleyici olarak, bizim onların yaptıklarına, onların bizlerin yaptıklarına ihtiyaçları var. Ben de çok isterim Dünya çapında bir şey yapmayı ama dünya çapında bir şey yapacak cesarete sahip yapımcı yok. Dünya çapında bir şey şöyle yapılabilir; mesela yerli bir romanımızı alalım, bir Amerikalı yapımcı bulacaksın, yabancı bir oyuncu bulacaksın, orayla anlaşacaksın burayla anlaşacaksın, bunun yolculuğu üç yıl, beş yıl sürecek bunun sonunda sana bir Oscar verecekler. Bu beş yılı harcamak isteyen hiçbir yapımcı yok Türkiye’de, nasılsa adam televizyona çekiyor dizisini alıyor hemen parasını. Bu uzun bir süreç, bu sürece kalkışırken biz kendi yapımcımla kalkışıyoruz. Ben çok sevdiğim bir yapımcı ile çalışıyorum şu anda, o da benim gibi genç, beyin anlamında genç.. Ama Türkiye öyle bir ülke ki bugün hazırladığın şey yarın çökebiliyor. Bir istikrar söz konusu değilken, her anlamda, sinemanın da istikrarlı olmasını bekleyemiyorsun. Üstelik sinema çok pahalı bir şey, insanlar bu parayı kaybederlerse eğer gerçekten her şeylerini satarlar, örneğin haciz gelir evlerine. Bundan korkuyor insanlar. Bunun gibi sabaha kadar anlatacağım şeyler var.
Peki en beğendiğiniz yerli ve yabancı 3 yapım neler diye sorsak?
Robert Zemeckis’in Contact filmi olabilir. Çünkü benim inandığım dünya o filmde saklı. İlk defa romanından daha başarılı diyebileceğim bir film olabilir. Anlatımını da çok beğeniyorum. Onun dışında Nikita Mikhalkov’un Sibirya Berberi, Bille August’un Fatih Pelle filmleri olabilir. Tabi bu arada klasikleri Orson Welles’i, Tarkovky’i özellikle, hala çok seviyorum benim için değişmedi. Türkiye’den de Lütfi Akad’ın Gelin-Düğün-Diyet üçlemesi, Metin Erksan’ın bütün filmleri ve son 10 yılda beni en çok sarsan Türk filmi Nuri Bilge’nin son filmi Kış Uykusu. Açıkçası Türkiye’nin bu kadar güzel özetlendiği başka film tanımıyorum, o üç saat boyunca ağzından bal damlayan bir film izledim. Evet seyri zor bunu biliyoruz. Ama benim seyrettiğim en iyi 10 filmden birisi olabilir. Şu anda aklıma bunlar geliyor. Daha da vardır mutlaka.
Yakında yeni projeleriniz var mı bizlere aktarabileceğiniz?
Şu an sinema için bir iki sene bir durma, dinlenme ve hem kendimi hem etrafı dinleme süreci içerisindeyim öyle söyleyeyim. Bunun dışında proje zaten olursa kendiliğinden geliyor siz zaten masaya oturduğunuzda nasıl bir proje yapayım, hangi projeyi kurayım diye düşündüğünüz zaman büyük hata edersiniz. Çünkü o proje zaten kendi kendiliğinden gelir.
Röportajı FikriSinema adına Furkan Aşkın gerçekleştirmiştir.