Aslan’ın gözünden izlediğimiz bu hikâye, yalnızca bir çocuğun büyümesini değil, toplumsal bir sistemin nasıl yeniden üretildiğini de anlatıyor.
Film bittiğinde, Sivas’ın gözlerindeki sessiz bakış kadar Aslan’ın kendi sessizliği de uzun süre akılda kalıyor.
Geçtiğimiz günlerde İBB Beyoğlu Sineması, “Yeni Dönem Bağımsız Sinemacılar” teması altında “Sivas” filmini ve yönetmeni Kaan Müjdeci’yi ağırladı. Filmi yaklaşık 10 yıl önce izleyen onlarca izleyicinin yanı sıra benim gibi ilk kez izleyen izleyiciler de vardı. Özellikle 90 sonrası Türkiye sinemasına bu denli hâkim olan biri olarak bu filmi izlemeyi onca zamandır ertelediğime üzüldüm. Yeni karşılaşmış olmanın şaşırtıcılığı ve aynı zamanda keyifli bir film izlemenin verdiği mutlulukla salondan ayrıldım. Birkaç soru işareti de vardı: Öznesi hayvanlar ve çocuklar olan bu filmin çekim süreci, yönetimi ve bilhassa da hayvanların zarar görüp görmediği? Neyse ki gösterim sonunda gerçekleşen söyleşi de bu soru da cevaplandı.

Bu yazıda, dramatik yapısında mevcut olan birkaç pürüze karşın sinemamızda taşradaki güç ve erkek ilişkilerini tartışan bir film olması açısından önemli bulduğum bu filmi, erkeklik halleri ve iktidar meselesi üzerinden tartışacağım.

Film, ana hikayesini Aslan’ın (Doğan İzci) büyüme süreci üzerine inşa ediyor. Bu büyüme yalnızca fiziksel bir büyüme değil, güçlenmeyi de ifade ediyor. Bu güçlenme ise dişli bir köpeğe sahip olmak ve köpek dövüştürmek eylemi ile gerçekleşiyor. Yozgat’ın bir kırsalında ailesiyle yaşayan Aslan, henüz ilkokul öğrencisidir. Okulda gerçekleşecek Pamuk Prenses ve 7 Cüceler oyununda cüce olarak seçilmiştir. Ancak içten içe prens olarak seçilen Hasan’ın yerini almak ister. Çünkü Aslan, oyundaki prensese yani Ayşe’ye (Ezgi Ergin) aşıktır. Bir yandan “cüce” olmanın, diğer yandan Ayşe’nin Hasan’la yakınlaşacak olmasının yarattığı hayal kırıklığıyla giderek hırslanır Aslan.
Aslan’ın bu hırsı, film boyunca onu hem çocukluk saflığından uzaklaştıran hem de çevresindeki erkeklik kodlarına yaklaştıran bir güç arayışına dönüştürür. Tesadüfen bulduğu yaralı Sivas adlı köpeği sahiplenmesi ise bu dönüşümün başlangıcı olur. Başta köpeğe sadece yardım etmek isteyen Aslan, Ayşe’nin “Has Sivas kangalı olsaydı onu dövüştürürdün” yorumu üzerine köpeği bir güç göstergesi olarak görmeye başlar. Bu noktada Aslan’ın, tıpkı çevresindeki erkekler gibi, beğenilme ve güç kazanma arzusuyla bir iktidar arayışına girdiğini görürüz.
Köpek dövüşlerinin yaygın olduğu bu taşra ortamında Sivas, kısa sürede Aslan’ın hem dostu hem de güç simgesi hâline gelir. Aslan, Sivas sayesinde çevresindeki erkeklerin —özellikle de babasının ve köydeki diğer yetişkin erkeklerin— saygısını kazanır. Dövüşler sırasında yaralanan köpeğine zaman zaman üzülse de bu eril güç gösterilerine fazlasıyla hevesli olan muhtarın “O bir kangal, fino değil ya!” sözü Aslan’ın zihninde yankılanır. Bu sözün de etkisiyle, tıpkı bazı insanların diğerlerinden güçlü olabildiği gibi, insanların da hayvanları kendi amaçları doğrultusunda bir iktidar aracına dönüştürebileceğini fark eder.
Köpek dövüşünün filmde bir metafor olarak seçilmesinin mantıklı olduğunu söyleyebilirim. Zira İç Anadolu’da büyümüş biri olarak, Ankara’nın merkezinde bile lise yıllarımda bazı gençlerin köpek dövüştürdüğüne ve bununla çevresindeki kızlara nasıl “hava attıklarına” bizzat tanık oldum. Köpeğin büyüklüğü ya da saldırganlığı ile sahibi erkeğin nüfuzu arasında paralellik kuruluyor. Dolayısıyla kimi eleştiriler bu yönüyle geçmişte kalmış gibi görünse de bugün bile erkeklerin köpek sahiplenirken “küçük” ve “büyük” köpek ayrımı üzerinden bir güç gösterisine başvurduğuna sıkça rastlıyoruz. Kaldı ki yönetmen de bu olguyu memleketi Yozgat’ta gözlemlemiş bir isim. Filmin genel akışında bu gerçekçiliğin hâkim olduğunu söylemek mümkün. Çekim mekânlarının doğallığı ve aktüel kameranın sağladığı gerçeklik hissi, filmi bir belgesele yaklaştırıyor. Nitekim yönetmenin köpek dövüşleri üzerine çektiği bir belgeseli de bulunuyor.
Müjdeci, taşrayı egzotikleştirmeden, romantize etmeden anlatır; kamera, köyün gündelik hayatını ve karakterlerin davranışlarını dışarıdan değil, içeriden bir gözle izler. Özellikle Aslan’ın Sivas’la kurduğu ilişki, hem şefkat hem de sahiplenme içeren ikili bir duyguyu taşır. Aslan, Sivas’a gerçek bir sevgi duyar ama bu sevgi, aynı zamanda onu “erkek olma” sınavının bir aracı hâline getirir.
Söyleşide Müjdeci’nin de belirttiği gibi, filmdeki köpek dövüşleri gerçekte gerçekleşmemiştir; sahneler özel makyaj, sakinleştiriciler ve eğitimli köpeklerle çekilmiştir. Bu bilgi, filmi izlerken duyulan etik huzursuzluğu bir nebze azaltıyor. Ancak yönetmen, bu huzursuzluğu tamamen ortadan kaldırmak istememiş gibi görünüyor; çünkü film tam da bu huzursuzluk hissi üzerine düşünmeye davet ediyor izleyiciyi: Güç kazanmanın, erkek olmanın, “değerli” sayılmanın bedeli nedir?

Aslan’ın çevresindeki erkek figürlerinin bu zayıflığı, onun güç arayışını daha da belirginleştirir. Erkekliğin ancak fiziksel üstünlük, cesaret ya da sahip olunan bir “erk” üzerinden tanımlandığı bu taşra dünyasında Aslan, eksik olan baba otoritesini kendi içinde yeniden kurmaya çalışır. Bu yüzden Sivas yalnızca bir köpek değil, Aslan’ın gözünde “eksik gücün” yerini dolduran bir nesnedir. Ancak bu noktada, muhtar, ağabey ve baba gibi yan karakterlerin hem başarılı oyunculuklarına rağmen hem de anlatı içinde daha derinlikli işlenebileceği gerçeği göz ardı edilmemelidir. Aslan merkezde olsa da, bir öyküde yan karakterler varsa onların ana öyküdeki konumu, rolü ve işlevi açık biçimde ortaya konmalıdır. Muhtar, eril bir dünyanın temsilcisi olarak eleştirel bir tavrın odağında yer alır; ancak bu eleştirellik, karakterin her anına tutarlı biçimde yansımamaktadır. Açılış sahnesi (çocukların oyun oynadığı) ya da Aslan’ın atını çayıra saldığı ve atın yok olduğu sahnede olduğu gibi yer yer anlamca kapalı kalan, senaryoyla bütünleşmeyen daha ziyade tam olarak işlevi anlaşılmayan bazı sahnelerin bulunması da yine eleştirilebilecek bir diğer unsur.
Aslan’ın gözünden izlediğimiz bu hikâye, yalnızca bir çocuğun büyümesini değil, toplumsal bir sistemin nasıl yeniden üretildiğini de anlatıyor. Film bittiğinde, Sivas’ın gözlerindeki sessiz bakış kadar Aslan’ın kendi sessizliği de uzun süre akılda kalıyor.
Sonuç olarak “Sivas”, dramatik yapısında yer yer aksaklıklar bulunsa da sinemamızda taşra, erkeklik ve iktidar ilişkilerini özgün bir biçimde tartışmaya açan önemli bir film. 90 sonrası ana akım sinemaya karşı alternatif öykülerle, öteki kadınlar, öteki adamlar, öteki çocuklar, öteki mekânlar ve olaylar üzerine düşünen bir sinemanın varlığı içerisinde bu tarz anlatılar her şeye rağmen kıymetli.
