SUNA

KUŞ KAFESİNDE BİR TAVUSKUŞU

3,5/5

KÜNYE

2023 | 1s 45dk | Dram

Yönetmen: Çiğdem Sezgin | Senarist Çiğdem Sezgin

Oyuncular: Nurcan Eren, Tarık Papuççuoğlu, Fırat Tanış

Sahne açılır. Kadrajın sağında nispeten kameraya daha yakın duran Veysel karakterini profilden görürüz. Suna yanındaki yatakta izleyicinin karşısında oturmaktadır. Ellerini dizlerine koymuş, başı önünde, çekimser bir ifadeyle dururken, Veysel’de de aynı çekimser ifadeyi hissederiz. Kısa bir sessizliğin ardından Veysel “bana sormak istediğin, aklına takılan bir şey varsa şimdi sor” der Suna’ya. Suna’nın merakı daha ziyade sorusu, onun karakterine ve arzularına dair filmin en belirgin repliğini ifade eder:

“Beni çok sıkmazsın değil mi? Karışanım, edenim olsun istemem bu saatten sonra… Alışmışım böyle özgür yaşamaya. Canım sıkılınca kapıyı çekip dolaşmak isterim”.

Veysel gülümseyerek, “niye sıkayım seni? Dolaş tabi, gez koca kadınsın…” şeklinde yanıtlar.

Filmin daha bu ilk sahnesinde filmin üzerine kurulacak çatışmayı anlamış oluruz. Suna Veysel’le evlenecektir ancak hayatına evleneceği adamla “bir” olmak yerine “birey” olarak devam etmek istemektedir. Kendisiyle vakit geçirmeye, tek başına kafa dinlemeye alışkın olan ve bu özgürlüğünü evlenmesine karşın sürdürmek isteyen bir kadındır Suna. Bakalım Veysel, söz verdiği gibi Suna’nın bu kişisel alanına saygı gösterecek midir?  Filmin çıkış noktasını oluşturan çatışma budur. Hayatını tek başına bir birey olarak sürdürmüş özgür bir kadının, yoksulluğu sebebiyle kendi yaşam tarzına ayak uyduramayacak bir adamla gerçekleştirdiği evliliği izleriz film boyunca.

Suna’nın evlilikten tek beklentisinin hayatını artık başkalarının evini temizlemeden, rahat bir biçimde geçirmek olduğunu hemen anlarız. Başka bir beklentisi yoktur bu evlilikten. Veysel ise bir birey olmaktan ziyade bir bütün olmanın yani alıştığı anlamda bir “yuva”nın peşindedir. Bu yuvada eşi kendisinin ve evin bakımından sorumludur. Birlikte alışveriş yapılır, birlikte yemek yenir, aynı anda yatağa girilir, aynı anda uyunur. Eşinin, evde canı sıkılmamalıdır. Çünkü büyüdüğü yerde, o kültürde kadınların “canı hiç sıkılmamıştır”. Hatta bunu “can sıkıntısı da nereden çıktı, diğer kadınlar ne yapıyor bütün gün? Ev işleri, yemek… Sen de yap” tarzında bir replikle ifade eder. Ancak atladığı bir şey vardır: Suna, kasabadaki diğer kadınlar gibi değildir. Suna’nın ait olduğu dünyada, kadınların tek amacı evlenip, aile kurup, çocuklara bakmak değildir. Evet, diğer kadınların canı sıkılmaz çünkü içine doğdukları toplumda kendini gerçekleştirmenin yolu bir yuva kurup, varlığını o yuvaya adamaktır. Ancak Suna belli ki bu kültürün dışına doğmuştur. İstanbul’da, Almanya’da yani koca kentlerde tek başına ayakta durmaya çalıştırmıştır.  Suna’nın kendini gerçekleştirmesinin yolu, aşkın, arzularının, özgürlüğünün peşinde bir hayat yaşamasıdır. Arada bir alkol aması, barlarda tek başına oturması, sohbet etmesi ama öyle market, pazar, yemek üzerine değil, hayat, edebiyat, varoluş, evren, insan üzerine sohbet etmesi gerekir. Bazen de hiç konuşmadan sessizce oturması…

Dolayısıyla bu tarz bir yaşama yabancı olan, toplumsal norm ve kültürel değerlerin kıskancında yaşayan ve bunların bir baskı olduğunun bile farkında olmayan bir yere gelmiştir aslında Suna. Ve evet ne Veysel ne de onun eski eşi, içinde yaşadıkları kültürü Suna gibi bir baskı ve normlar dünyası olarak görmemektedir bu yüzden. Her ne kadar aynı kafesin içinde olsalar da. Suna’nın imam nikahının ardından Veysel’in evine geldiği ve kuş kafesine baktıkları sahne bunun net bir göstergesidir. Suna da Veysel de kuş kafesinin arkasında bir hapiste gibidirler.  Ama aynı parmaklıkların arkasında Veysel daha umutlu Suna ise daha karamsar bir ifade takınmıştır. Çünkü Suna için burası özgürlüğünü ardında bıraktığı bir kafestir.

Filmin iki baskın sembolüdür tavuskuşu ve kuş kafesi. Tavuskuşu aklımıza ilk gelen örnek olan Tabutta Rövaşata’da hatırlayacağımız üzere zenginliğin, gösterişin, zarafetin sembolüdür. İstanbul’un bu yoksullarla dolu yerinde oraya ait olmayan, Mahsun’un da sahip olmadığı bu zenginliğin sembolüydü filmde. Tavuskuşu olduğu yere eğretiydi dolayısıyla. Suna filminde de benzer bir konuya gönderme yaptığını düşünüyorum. Suna yoksul bir kadındır. Yoksul olduğu için kendi yaşam tarzının çok dışında bir hayata ve evliliğe sürüklenmiştir. Ve içindeki tavuskuşunun (rengin, canlılığın, zarafetin, feminenliğin, aşkın) aksine kafesteki kuşlara dönüşmüştür.

Tek tek sahneleri açmak yerine filmde öne çıkan unsurlara değinmek gerekirse bir diğer öne çıkan sinematografik tercih; sıkışık, dar, kasvetli iç mekanlardır. Suna’yı evin içinde hep dağınık, karmaşık nesnelerin arkasında görürüz. Bu bize hem mekânın eski, dar, bakımsız ve sıkışık olduğunu hem de Suna’nın içsel dünyasında ne denli sıkışıp kaldığını anlatır. Suna’nın evliliğindeki bu sıkışmışlık hissi, Veysel’in söz vermesine karşın sürekli kendisine karışmasından ileri gelir. Canının sıkılmasını, üzerine giydiği ceketi, arada bir çıkıp dolaşmasını yadırgar Veysel. En yakın çalışma arkadaşından dahi kıskanır Suna’yı, zira kendisine göre daha güzel ve çekici olduğunun farkındadır. Her şeyden öte farklıdır Suna Veysel için. Veysel, Suna’nın gün geçtikçe kasabaya ve kendisine ait olmasını ister. Karısı istememesine rağmen onu arzular ve birlikte olur. Burada bir kadının sözle ifade etmese bile beden dilinin o ilişkiyi reddettiğine dair çok şey söylediğini ve bu yüzden rıza kavramının ne derece önemli olduğunu hatırlatmak isterim ve aynı zamanda kadınların rızası olmamasına rağmen bu reddedişi bir “cilve” ve “kışkırtma” olarak nitelendiren patriarkal düzeni de eleştirmek isterim. Suna, yönetmenin de söyleşisinde dile getirdiği gibi bu evliliği ekonomik durumu sebebiyle yapmıştır. Dolayısıyla arzulayabileceği bir adam değildir Veysel ki ilerleyen sahnelerde arzuladığı insanla birlikte olmuştur (sürekli gittiği barın sahibi) zaten.

Bu noktada eleştirilmesi gereken iki unsur vardır. Ve bu küçük görünen iki unsur filmin maalesef en önemli kusurlarından biridir, zira Suna’nın özgürlük arayışını haklı çıkarırken diğer yandan kimi izleyicinin gözünde Suna’nın olumsuz bir profil çizmesine neden olmuştur. Birincisi, Veysel karakterinin bazı sahnelerde masum biri olarak tasarlanmış olması (kadın sürekli yalan söyleyerek ondan para alır ve içmeye gider), ikincisi ise Suna’nın sonuçta hayal ettiği gibi bir evlilik yaşamasa da Veysel’i aldatmış olmasıdır (ki hiçbir sebep bir bireyin aldatılmasını haklı kılmamaktadır). İki durumun etik ve ahlaki boyutunu tartışmak kuşkusuz kimseye düşmez. Ahlak, her bireyin kendi kişisel tutum ve değerleriyle ilişkili bir kavramdır. Birinin ahlaki ve etik dünyasında, evliyken başkasıyla birlikte olmak sorun teşkil etmiyorsa, o kişi karşı tarafı aldatmış sayılmaz. Ancak sinemanın kitleleri manipülasyon gücü ve kültürel alana etkisi düşünüldüğünde söz konusu iki durum, bazı izleyicilerin Suna gibi bireysel alanını korumaya çalışan, özgür ve tek başına ayakta durabilen güçlü kadınlara karşı olumsuz bir tavır takınmasına yol açabilir. Bu noktada özellikle sürekli içmeye gittiği barın sahibiyle birlikte olduğu sahneyi gereksiz bulduğumu söylemek isterim (bu arada bu sahnede tecavüze uğradığı anlaşılmış ancak oyuncu Nurcan Eren bu sahneyi iyi anlatamadıklarını çünkü Suna’nın adamla isteyerek cinsel ilişkiye girdiğini ancak ilişki esnasında şiddet uygulandığını ifade ediyor).

Kuşkusuz, yalnızca kadınlar değil erkekler de istediğini yapmakta özgür olmalı. Ancak bu iki durum şöyle bir paradoksa sebep oluyor filmde: Eğer yönetmen, kadınların yanında olan bir yerden bakıyorsa yani toplumsal cinsiyet özelinde kadınların özellikle de kuş kafesiyle bize anlatmaya çalıştığı gibi o hapsolmuşluk, arayış ve özgürlük içinde olmaları gerektiği mesajını veriyorsa, bu sahneler bu fikri baltalıyor. Çünkü böyle bir karakter “kendinde özgürlük” arayışı içinde olmalıdır bazen de. Barda birkaç bira içip kalkabilmelidir. İlle de başına bir şey gelmesine, biriyle birlikte olmasına, şiddet görmesine gerek yoktur. Bu sahne, izleyicide “böyle yaparsan, böyle olur işte” gibi son derece sığ ve cinsiyetçi bir yerden bakmasına sebep olabilir, zira biliyoruz ki toplumsal cinsiyet ayrımının bugün bile konuşulduğu bir evrende yaşıyoruz. “Ben sadece tek başıma vakit geçirdiğimde de, kendimi dinlediğimde de rahatlayabilirim” söylemi en büyük özgürlük olurdu bana kalırsa bu sahne konulmasaydı.  Bu arada birkaç izleyici, yönetmenle yapılan film sonrası söyleşide yönetmenin bu konudaki soruları ataerkil bir zihniyetle yanıtladığını ve bu nedenle filmden soğuduklarını belirtmiş ancak birebir katılmadığım için bu konuyu açamayacağım.

Bir diğer eleştiri de hem barın sahibi olan karakterin hem de Cüneyt Cebenoyan’ın anısına yazılan Can karakterinin fazla karton karakterler olması. Yani sahicilikleri bulunmayan, pek çok dizide ve filmde defalarca izlediğimiz yapay konuşma ve tavırlar içerisindeki karakterler olarak görünüyor maalesef. Özellikle barın sahibi olan karakterin bana kalırsa hiçbir işlevi yok. Yine de Can karakteri iyi bir örnek olarak karşımızda duruyor kadın- erkek ilişkileri açısından ve bu anlamda  olumlu bir düşünceye hizmet ediyor.

Gelelim filmin artısına, onca bilimsel, kültürel ve teknolojik gelişmeye rağmen hala toplumsal cinsiyet ayrımının, cinsiyetçi stereotiplerin ve “kadınlık”- “erkeklik” rollerin devam ettiği günümüzde özgürlüğünün peşinde olan bir kadın karakteri oldukça doğal bir biçimde sinemaya aktarması takdire şayan. Bir diğer pozitif eleştirimse, yönetmenin Bertolt Brecht’in “yabancılaştırma” (Almancası: Verfremdungseffekt) kavramını, etkili bir biçimde kullanması -özellikle karakterizasyon meselesinde-. Yabancılaştırma, izleyicinin bir eseri izlerken hikaye ve karakterlerle duygusal bir özdeşleşme kurmasını engelleme amacını taşır. Brecht, geleneksel tiyatronun izleyiciyi hikâyeye tamamen kaptırarak onları pasif hale getirdiğini, bu nedenle eleştirel düşünmenin önüne geçtiğini savunmuştur. Suna filminde ise bu durum, karakterlerin hem iyi hem de kötü özelliklerinin resmedilmiş olması yoluyla gerçekleşmiştir. Yani izleyici hem Suna’yı hem de Veysel’i salt iyi ya da kötü karakterler olarak tanımaktan ziyade yeri geldiğinde ikisine de hak vermiş ya da ikisine de hak verememiştir. Öyle güzel bir çatışma bulunur ki hatta, erkek arkadaşımla 2 gün tartışmışızdır hangisinin haklı olup olmadığını : ) Her birimizin içinde iyiliğin ve kötülüğün bulunduğunu düşünürsek bu tutum karakterizasyonun olması gerektiği gibi tasarlandığını göstermektedir. İnsan varlığındaki bu düaliteyi başarıyla canlandıran Nurcan Eren’in performansı da ayakta alkışlanmalık ayrıca. Kendisinin yüz hatları, jest ve mimikleri cast seçiminin ne denli yerinde yapıldığını gösteriyor. Sonuç olarak Suna, Türkiye’deki toplumsal cinsiyet rollerini, geleneksel aile yapısını ve kadınların yaşam koşullarını ele alan bir hikaye sunması açısından yine de izlenmesi gereken bir film olarak yerini alıyor.

Diğer Yazılar: Pelin Oduncu
BİR DÜŞÜŞÜN ANATOMİSİ
Yola çıktığında birbiri için yaratıldığını düşünen iki insan, yolun sonuna vardığında birbirine...
Devamını Okuyun
Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir