KAÇ YIL GEÇERSE GEÇSİN AŞK BAKİ KALIR
Genç yönetmen Ali Kemal Güven’in Çilingir Sofrası, geçtiğimiz yılın en konuşulan yerli filmlerinden birisiydi. Katıldığı ulusal festivallerden birçok ödülle dönmesinin yanı sıra farklı kurgusu, teması ve girdiği konularla eleştirmenlerin de ilgi ve beğenisini kazanmıştı. Bu yazımızda Çilingir Sofrası filminin analizini yapacağız. İyi okumalar.
KONUSU
Lise döneminde çok yakın arkadaşlarken sonrasında birbirlerinden ‘mecburen’ kopmak zorunda kalmış olan Yusuf Efe ile Emir Can tam 17 yıl sonra bir meyhane masasında çilingir sofrasında yeniden buluşurlar. Gayet sıcak ve normal bir havada başlayan bu buluşma kadehler ve saatler ilerledikçe bambaşka yerlere evrilecek, Türkiye’deki birçok tabu bu masaya meze olacaktır.
ANALİZ
Genç yönetmen Ali Kemal Güven’in ilk uzun metrajı Çilingir Sofrası. Aslında filme orta uzun metraj demek de mümkün çünkü bildiğimiz üzere filmlerin uzun metraj sayılabilmeleri için verilen süre 70 dakika, Çilingir Sofrası tam tamına 1 saat, 60 dakikalık bir film. Ancak ele aldığı konular, kendi içinde bölümlere bölünmüş olması, kurgusu ve nefis akıcılığı sayesinde çok keyifli geçen saatler oldu hissi verirken bir yandan da çok kısa sürdü gibi hissettiriyor kendisini seyircisine. Ayrıca filmin renk paleti, sinematografisi de takdire şayan. Filmi izlerken ortama hemen dahil oluyorsunuz. Rakı, mezeler gelip gittikçe biz de aynı Yusuf ve Emir gibi masada gelecekleri bekliyor gibi oluyoruz. Bunda elbette Güven’in yönetmenliğinin yanı sıra kıvrak kaleminden çıkan senaryosunun da çok büyük payı var. Selda Taşkın’a ait olan kurgu da filmin en büyük lokomatiflerinden. Seyirciyi sürekli filmin içinde, merakla bekleten sebeplerden biri de kesinlikle kurgu.
Oyunculuk performanslarında ise Ahmet Rıfat Şungar başta olmak üzere Barış Gönenen de tek kelimeyle döktürüyor. İkisi de rollerini kör göze parmak sokmadan, rahatsız edici tiyatrallıktan uzak biçimde oldukça sade canlandırıyorlar.
Karakter analizlerine kısa bir göz atarsak. Yusuf Efe, kendisine verilen iki isimden de belli olduğu üzere tutucu muhafazakar bir ailenin çocuğu, özellikle sohbet anlarında başlarda sık sık babasının sertliği yüzünden uğradığı şiddete parmak basması da kendisinde lise ve sonrasında oluşan ve artan maskulentenin sebebi aslında bir nevi. Sözüm ona kendisinin anlattığı üzere uğradığı tedaviyle hayatı kurtuluyor ve evlenip ‘aile’ kurmayı başarıyor.
Emircan ise kendi kendine hayata tutunmayı başarmış, Yusuf Efe ilişki durumunu sorduğunda cinsel tercihini rahatlıkla ve yüksek sesle belirtebilen bir karakter. Bu anlarda Yusuf’un yüzünde oluşan ani gerilmeler, öfkeler de aslında hep kendi içindekini onlarca yıl boyunca dışa vuramamaktan kaynaklanıyor. Kendi maço erkek görüntüsünün ardındaki gerçeğin aslında o da net bir şekilde farkında ama yaşamak zorunda olduğu hayat onu farklı noktalara götürmüş.
Bunun dışında bu duyguları başka erkeklere de değil sadece Emircan’a beslemiş olması da aslında gay, lezbiyen olmakla alakalı değil, her şeyin sadece bir insan olmakla alakalı olabileceğinin veya olduğunun da bir göstergesi. Emircan başka erkeklerle de ilişki yaşamışken Yusuf Efe hayatı boyunca sadece Emircan’a özel duygular beslemiş. Burada Lea Pool’un yönettiği 2001 yapımı Lost and Delirious’u hatırlamakta fayda var. Katolik bir ruhban okulunda iki genç kadının aşkını anlatan filmde de kadınlardan bir tanesi kendisini lezbiyen olarak tanımlamayarak “sadece sana aşığım” tarzında cümleler kuruyor, cinsiyetlerden hiç bahsetmiyordu. Her şeyin önüne sadece saf aşkı koyuyordu. Çilingir Sofrası’nda da Yusuf Efe’nin böyle veya buna benzer bir yaklaşımla o kayıp 17 seneyi yaşadığını söyleyebiliriz.
Finale doğru geldiğimizde ise insana duyulan saf aşkın aradan 17, 27 veya 87 yıl da geçse asla bitmeyeceğini görüyoruz. Yusuf Efe’nin “bu kadar yıl sonra bir şey olmaz, arkadaş olabileceğimizi sanmıştım” şeklindeki itirafları kendi içinde de inkara vurduğu duygularının dışa vurumu ve aşkın ölümsüzlüğünün de kanıtı olarak karşımıza çıkıyor. Yolları ayrılıyor ama biz biliyoruz ki duygular daima içlerinde uçuşmaya devam ediyor.