BİR NOKTADAN SONRA TAMAMEN TEK BAŞIMIZAYIZ
Yönetmen Derek Cianfrance’in 2012 meyvesi The Place Beyond the Pines’in senaryosunda imzası bulunan Dairus Marder’in ilk uzun metrajı Sound of Metal, bir ilk filme göre çok cesur, ne istediğini bilen güçlü bir şaheser. Senaryoda ise Marder’in yanı sıra The Place Beyond the Pines’deki yönetmeni Derek Cianfrance bulunuyor. Adeta birbirlerine borcu olan iki dost gibi böyle örnek bir çalışma tarzından çıkan filmde Nightcrawler ile tanınmaya başladıktan sonra Star Wars filmi Rogue One’da da gördüğümüz ve bu filmde de döktüren Pakistanlı aktör Riz Ahmed’e, Me, Earl and the Dying Girl ile hayatımıza giren Olivia Cooke ve Paul Raci eşlik ediyor.
Teknik yönden ve senaryo bakımından oldukça güçlü bir film Sound of Metal. Tarzının yakın dönem öncülleri Ray, Walk the Line gibi büyük filmlerle birleştiği ve ayrıldığı yerler var. Öncelikle onlar gibi müzisyen bir karakter filmi ancak gerçek bir müzisyeni anlatmıyor, onlar gibi rise up (yükseliş) hikayesi değil. En azından kariyer yükselişi hikayesi değil. Ve elbette bir duyu engeli hikayesi Sound of Metal, ayrıldığı en güçlü yön ise bu. Ses kurgusu olağanüstü denebilecek kadar iyi, özellikle sağırlık başlangıcı ve sonrasında ses neredeyse filmin bir başrolü halini alıyor ve hiç kuşkusuz ki bunu çok iyi bilen yönetmen Marder oldukça özgün ses kurgusu kararları ve özgün bir kamerayla büyük risk alıyor ve bunun üstesinden geliyor.
Yazının buradan sonrası filmi izlemeyenler için spoiler içermektedir.
En evrensel sanat dallarından birini icra ediyoruz, yeteneğimiz oldukça yeterli. Yavaş yavaş zirveye tırmanıyoruz ve hiçbir sorun yok. Ya aniden sağırlık başlangıcına girsek ne olurdu? ‘Çevresel’ yalnızlaşma, mesleği bırakma, yardım alma vb. Heavy Metal davulcusu Ruben Stone bunları birer birer yaşamaya başlıyor, çok başka bir hayat hayal ederken bambaşka bir yere evriliyor hayatı. Sevgilisi dahil herkes tarafından yalnız bırakılmışken kilisemsi bir bağ evinde yaşayan sağırlar topluluğunda yaşamaya başlıyor ve orada koşulsuz duygularla, sevgiyle, güvenle, arkadaşlık ve dostlukla tanışıyor. İşaret dilini ve daha birçok yeni şeyi öğreniyor, çünkü bunlar artık yeni hayatının en önemli parçaları.
Bir yerden sonra ise eski hayata duyulan özlem ve arzu yeniden artıyor ve Paris’e gidiyor Ruben, tedavi öncesindeki sevgilisi Lou’nun yanına. Lou aslında Louise. Babası Fransız, ancak Lou Amerikan yaşam tarzını benimseyerek köklerini geride bırakmış, özgürlüğünü kazanmış bir karakter. Ruben’ın zamansız hastalığı çıkınca köklerine geri dönerek babasıyla yaşayıp onun aristokrat ev partilerinde asık suratla şarkılar söylüyor. Oraya ait değil ama seçeneği yok. Ruben de oraya ilk gittiğinde müthiş bir yabancılaşma içine giriyor, ilk başta Lou’yu tanımıyor bile. Tüm bunların dışında ameliyat sonrası kulaklarına monte edilen aletten sürekli duyduğu tiz cızırtı da onu oldukça fazla irite ediyor. Ruben artık tamamen tek başına olduğunu, kararlarını da buna göre alacağını anlayarak aparatı çıkartıp atıyor ve evden de ayrılarak yollara koyuluyor. Aleti çıkarar çıkartmaz artık %100 sağır, hiçbir ses yok ama kendi iç sesi var Ruben’in ve o da kuşkusuz onu dinleyerek huzurla doluyor.