SOUND OF METAL

Bir çöreğin insana düşündürebileceği son şey!: Sound of Metal

Dayanılmaz olan tek şey, hiçbir şeyin dayanılmaz olmamasıdır.

                                                                                   Arthur Rimbaud

Duyma yetisini aniden kaybeden bir bateristin yaşadıklarına odaklanan Sound of Metal gerçekçi bakış açısı ile adından sıkça söz ettiren yapımlardan biri oldu. Başrolünde Riz Ahmed’in bulunduğu film, baterist Ruben karakterinin, hiçbir neden yokken aniden duyma kaybı yaşadığını fark etmesiyle başlıyor. Ekran karşısında filmi izleyen seyircinin bu sahneyle birlikte Ruben’le kurduğu bağ adeta bir ip gibi geriliyor. Seyirci, karakterin bu talihsiz olaya karşı nasıl tepki vereceğini düşünüyor, verilmeyen tepkinin ardından tuttuğu nefesi boşluğa bırakıyor.

Duyma kaybı öncesinde Ruben’in kız arkadaşı Lou’yla birlikte yaşadıkları karavana konuk oluyoruz. Ruben farkında değil ama mikserde içecek hazırlarken bu aletin gürültüsünü son kez duymuş oluyor. Duyma yetisini kaybettiğinde mikserin sesini bir daha duyamayacak. Yönetmenin önce gürültülü hayatı ardından da Ruben’in sessiz dünyasını aynı planlarla gösterdiği tekniği çok sevdim. Ses tasarımının mükemmel bir şekilde hakim olduğu filmde, bu sayede izleyici karakterle çok daha kolay bağ kurabiliyor.

Sound of Metal ismiyle ilgili “müziğin sesi”, “metal müziğin sesi” gibi gerçeğe fazlasıyla uyan yorumlar okudum. Fakat benim için filmin ismi metalik ses kavramına daha yakın. Ruben’in kulaklık taktığında duyduğu cızırtılar, tuhaf sesler yüzünden filmin isminin bu olduğunu düşünüyorum. Evet, metal müzikle ilgilenen bir müzisyenin duyma kaybı yolculuğuna eşlik ederken filmin ismini ‘‘metalin sesi’’ diye düşünmek çok mantıklı olsa da benim yorumum biraz daha farklı. Bence öğrenmek zorunda bırakıldığı ‘’sessizliğin sesi’’ metalik bir sese dönüşüyor. Duyma yetisiyle ilgili bir sorun olduğunu ilk defa fark ettiği sekansta Ruben’in duyduğu ses, kendisine yabancı bir çınlama gibi. Ardından etrafındaki kişilerin boğuklaşan sesleriyle birlikte bir sorun olduğuna tamamen emin olan Ruben, sahnede sanatını icra ederken de gitgide azalan seslerin ortasında kalıyor. Ekranda yalnızca Ruben’i gördüğümüz bu sahnede duyma yetisini kaybedince giderek yalnızlaşacağı da sürpriz olmaktan çıkıyor.

Bu önemli yetiyi kaybettiğine inanmak istemeyen Ruben, duş alırken suyun sesini duymadığında öksürdüğünde kendi sesini işitmediğinde korkunç gerçekle yüzleşmek zorunda kalıyor. Bu sekanslarda Riz Ahmed’in muhteşem bir oyunculuk sergilediğini düşünüyorum. Duygunun izleyiciye geçmesi konusunda harikalar yaratıyor. Daha önce bahsettiğim mikser sesi bu bölümde tekrar karşımıza çıkıyor. Hem de tamamen sessiz bir biçimde! Bu sekansla birlikte yönetmenin büyük laflar etmeden, hiçbir şey söylemeden, yalnızca kısacık bir parça göstererek duyguları izleyiciye ulaştırmasını çok sevdim.

Ruben, duyma engelli biri olduğunu anladığında ve bunun öğrenilmesi gereken bir süreç olduğunu fark ettiğinde hayatındaki hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağına emin oluyor. Etrafındaki çocuklara, gençlere karşı tamamen uzak ve soğuk hissediyor kendisini. Bu sahnelerde Ruben’i tamamen anlayamasam da onu anlamaya yaklaştım. Ruben’in bulunduğu noktayı okul değiştirmeye mecbur bırakılmış bir çocuk ya da askere gitmeye hazır olmadığı halde evinden alınan genç bir adamın telaşlı ruh haline benzettim. Bir yere ait olmamaktan ve insanı bu gezegende yapayalnız hissettiren o yabancı duygudan rahatsız oldum… Ruben de başka bir dil öğrenmeye mecbur bırakılmış bir öğrenciydi hayatta. Hobi olsun diye değil yaşayabilmek için bu dili öğrenmek zorundaydı.

Rehabilitasyon merkezindeki Joe’nun, Ruben’e boş bir odada yazı yazma teklifi başta sancılı bir süreç olarak görünüyor Ruben’e. Odaya girip boşluğa baktığında masanın üzerinde duran çöreği parçalamaya başlar. Bir çörek de insana binlerce şey düşündürür bu sahnede. Yalnızlık, öfke, acıma, yalnızlık, hayal kırıklığı…  Çöreği parçalayıp tekrar birleştirmeye çalıştığı öfke patlamasında biten kariyeri, uzaklaşmak zorunda kaldığı sevgilisi ve implant yaptırmak için bulması gereken para gibi sıkıntılar var. Tüm bu sıkıntılar davetsiz bir misafir gibi hayatına çörekleniyor Ruben’in. Yapacağı tek şey ise kabullenmek ve alışmaya çalışmak. Filmin temposunun seyir değiştirdiği yer de işte buradan sonra başlıyor. Çünkü Ruben bu sahneden sonra ayak uydurmaya başlıyor yeni hayatına. Çöreği parçalaması son çırpınışı, son isyanı oluyor.

Parktaki metal kaydırağın üzerinde Ruben ve duyma engelli küçük çocuğun duyabildikleri bir ses yaratmaları, filmin en hüzünlü, en duygusal anı olarak karşımıza çıkıyor. Karavanını satıp implant taktırması ise kabullenişin kendi formülünce dışavurumu oluyor. Ruben’in göğsünde yazan ‘‘Please Kill Me’’ dövmesi bir mesaj veriyor kendisine. Ruben’i öldürmeyen şey onu güçlendiriyor. Korktuğu şeye sığınıyor Ruben. Yüksek ses kendisini rahatsız edince kulaklığını çıkararak sessizliğe bürünüyor. Metalik sesten bir anlığına kurtulmuş oluyor. Günün sonunda başına gelen her şeye alışmaya başlıyor Ruben de. Tıpkı Arthur Rimbaud’un söylediği gibi ‘‘Dayanılmaz olan tek şey, hiçbir şeyin dayanılmaz olmamasıdır.’’

Diğer Yazılar: Özlem Çetinkaya
Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir