Şüphe

Kundaklamanın Değişen Anlamları

Güney Koreli yönetmen Lee Chang-dong’un (Türkçe romanizasyonla Yi Çanğ-donğ) 2018 yapımı filmi Şüphe, Haruki Murakami’nin 1983 tarihli “Naya o yaku” adlı öyküsünden sinemaya uyarlanmış. Murakami’nin Türkçeye çevrilmemiş olan bu öyküsünün başlığının anlamı “Ambar Kundakçısı” olarak çevrilebilir. Öykü, Japon edebiyatçının gözde yazarlarından olan ABD’li William Faulkner’in 1939 tarihli “Barn Burning” yani “Ambar Kundakçısı” adlı öyküsüne selam çakıyor. Bu silsile vesilesiyle filmi yorumlarken (çok büyük sözler etmemeye çalışarak) sanatçılar, çağlar, zihniyetler arasında iz sürmeyi, birkaç bağlantı kurmayı, bazı farklılıkları vurgulamayı deneyeceğim.

Kronolojik ilerleyip Faulkner’den başlayayım: “Ambar Kundakçısı”, yazıldığı tarihten yaklaşık yarım asır geriye bakıyor. 1895 yılı civarında, başkalarının çiftliklerinde çalışarak geçinen Snopes ailesinin öyküsü bu. Öykünün iki baş karakterinden biri olan Baba Abner Snopes, Amerikan İç Savaşı’nda yağmacılık yapmış, Kuzeyli ya da Güneyli ayırmaksızın mallarına el koyabileceği askerlerin üzerine çullanmış, karanlık geçmişe sahip biridir. Bu mesleğini icra ederken uzun süre ormanda saklanarak yaşamıştır. Abner, bu sorunlu ve aykırı tavrını öykünün geçtiği zamanda da sürdürür. Ancak bu kez yağmayla değil kundaklamayla ilgilidir. Sorun yaşadığı kişilerin ambarlarını yakar ve bu yüzden ailesi hiçbir yerde tutunamaz, sürekli yer değiştirir. Öykünün diğer başkarakteri, ailenin küçük oğlu Colonel Sartoris Snopes’tur. Sartoris, nam-ı diğer Sarty, babası yüzünden sürekli yer değiştirmekten bezmiş durumdadır. Onun toplumla, yasayla uyumlu olmasını istemektedir. Babası ile toplum/yasa arasında kalmıştır ve sonunda bir tercih yapacaktır. Modernist bir edebiyatçı olarak sınıflandırılan Faulkner’in bu öyküsünü okurken Amerikan tarihine dalar, yoksul evlerinin zorlu koşullarına bakar, toplumsal ve ev içi hiyerarşinin sertliğini sezer hatta yerdeki tezeğin kokusunu bile alabilirsiniz.

Murakami’nin öyküsü Faulkner’in eserine selamını birkaç yolla gönderir: Öncelikle, Japon yazarın öyküsünün adı Faulkner’in öyküsünün adıyla aynıdır. İkincisi, iki öyküde de yakılan ambarlar vardır (ya da Murakami’de, en azından yakıldığı iddia edilen ambarlar mevcuttur). Üçüncüsü, Murakami öyküsünün Japonca orijinalinde karakterine Faulkner okutur (benim okuduğum İngilizce sürümde ise Faulkner’in adı geçmiyor). Bu kadar! Bence iki öykü arasında benzerlikten çok farklılıkların önemi var. Murakami, çokça söylendiği üzere, postmodern zamanların, zamanın ruhunu yakalamış bir yazarı olarak, ambar kundaklama eylemini gizem gibi postmodernizmin gözde bir teması etrafında kurgular. Ambarlar gerçekten kundaklanmakta mıdır yoksa kundaklama iddiası bambaşka bir eyleme mi gönderme yapmaktadır? Faulkner okurken Snopes ailesinin hem toplumun geri kalanıyla hem de kendi içerisinde yaşadığı “gerçek” ya da en azından gerçekçi çatışmalar gözümüzün önüne gelir. Aksine, Murakami’nin öyküsünü okurken tuhaflık, gizem, kapalılık, simgeler, göndermeler çevresinde koşarız. Üstelik nereye varacağımız belirsizdir. Bir yere varmayı isteyip istemediğimiz ise şüphelidir. Derdimiz ne iç savaş ne sınıfsal ayrımlar ne de hiyerarşidir; daha çok tuhaf karakterlerin ne yapmak, ne anlatmak, nereye varmak istediğini anlamaya çalışırız. Faulkner’in aksine buradaki estetik zevk, eserin bize yaşamın yakıcı zorluklarını duyumsatma başarısından değil, simgelerin, susuşların, kapalılığın yarattığı toz duman içerisinde, anlatılanın gerçekliğini sorgulatmasından doğar. Öykünün anlatıcısıyla birlikte biz de anlatılanın doğru olup olmadığını, altında gizemli bir söz oyunu bulunup bulunmadığını öğrenmenin peşinde, herhangi bir bitişe varamadan koşarız. Faulkner’in öyküsünün gücü, zaman değişse de benzer örnekleri var olmaya devam edecek toplumsal ve kişisel çatışmaların evrenselliğinden doğar. Murakami’nin eseri ise hangi dönemde okunursa okunsun gizemini yitirmeyecek olduğu için güçlüdür ki bu da farklı bir tür evrensellik demektir.

Gelelim Şüphe’ye: Filmini Murakami’nin eserine dayandıran Lee, senaryoyu ana hatlarda değilse de ayrıntılarda öyküden farklılaştırmıştır. Örneğin filmde yakılan ambarlar değil seralardır ki herhalde filmin adı bu yüzden sadece “Burning”dir. Filmde Faulkner’e öyküde olmayan göndermeler vardır. Bana daha önemli görünen farklılık ise filmdeki gizem (“Şüphe”) ve tuhaflık unsurları ile yoruma açıklığın bence Murakami’nin öyküsünden bile fazla oluşudur: Murakami gizemlilik ve tuhaflık halini temelde “kundakçıyla” sınırlar. Oysa yönetmen her üç ana karakterine de bu halleri yüklemiştir. Film boyunca kimin doğruyu söylediği, kimin neye gönderme yaptığı, kimin neyi amaçladığı -bence- belirsizdir. (“Bence” diyorum çünkü kanıtları çok farklı yorumlayıp anlatının gayet açık olduğunu iddia edenler olabilir).

Böylelikle denilebilir ki 20. yüzyılın ilk yarısında yazılan gayet gerçekçi bir öykü ile ona gönderme yapan ve aynı yüzyılın ikinci yarısında yazılan gizemli öykü farklılaşmış, her iki esere de gönderme yapan yeni yüzyıl mamulü film ise bilinemezciliğin, kapalılığın, yoruma açıklığın, göreliliğin, tuhaflığın, gizemin dozunu daha da artırmıştır. Filmin sunduğu estetik zevk -Murakami’nin öyküsünden de farklı olarak- izleyiciye gerçekliğin göreliliğini çok başarılı biçimde sorgulatmasını da içerir. Faulkner’e gönderme yapan Murakami’nin aynı başlık altında anlatmak istediği ve onu anlatış biçimi neredeyse tümüyle farklıdır. Lee ise gizemin dozunu artırmış, buna bir de gerçekliğin göreliliği unsurunu eklemiştir.

Bu üç eseri modernizmden postmodernizme uzanan yelpazenin üç farklı yerinde konumlandırmak ve “kundaklama” temasının etrafında gelişen anlatıların farklılaşmasını ilkinden ikincisine doğru ilerleyen zihinsel değişimin örneği olarak göstermek bana mümkün görünüyor. “Modern” sanat da “Postmodern” sanat da birçok yönüyle eleştirilmiş, birbiriyle kıyaslanmış, biri ya da diğeri lehine konum alınmıştır. Bu konuda çok geniş bir külliyat vardır. Son söz olarak, başka bir yazıda belki değinmek istediğim bu heyecan verici tartışmaları bu kez göz ardı edip ortada farklı biçimlerde de olsa izleyici ve okuyucusuna üst düzeyde sanatsal haz veren eserler olduğunu söyleyeceğim. Zaman değişmiş, zihniyet ve dertler farklılaşmıştır ancak sanatın bu etkileyici gücü değişmemiştir.

Diğer Yazılar: Akın Öge
Deli Dolu ya da İtalya Neden Bu Kadar Güzel?
Paolo Virzì’nin daha önce izlediğim filmi, 2013 yapımı Il Capitale Umano (“Beşerî...
Devamını Okuyun
Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir