Öldürme Eylemi

Alain Resnais’nun yönettiği Gece ve Sis (Nuit et Brouillard, 1955) belgeseli, İkinci Dünya Savaşı sırasındaki toplama kamplarında yaşananlara odaklanır. Felaketin sinemaya ne şekilde yansıtılması gerektiğine ilişkin tartışmalara zemin hazırlayan bu belgesel, Claude Lanzmann’ın yönettiği Shoah (1985) belgeseliyle birlikte travma anlatıları üzerine düşünmeye sevk eder.

Resnais, Gece ve Sis’te, Auschwitz ile Birkenau toplama kamplarından çekilmiş siyah beyaz arşiv görüntülerinin karşısına günümüzden izlenimler sunan renkli görüntüler yerleştirir. Filmin bütününde boşluklardan, terk edilmişliğe dair imgelerden ve sessizliklerden faydalanan yönetmen, geçmişi şimdiki zamanın içine taşıyarak bugünün sorgulamasını yapar.

Geçmişte yaşanmış acıların ve insanlık tarihinde daha evvel deneyimlenmemiş böylesi bir felaketin izleri, gözetleme kulelerine, yerdeki çamur birikintilerine, yıkık binaların tümüne birden sinmiş durumdadır. Resnais bu yıkım duygusunu kesif bir biçimde hissettiren imgelerin ardından izleyiciye “hatıralar silikleştikçe yeniden umutlanır gibi oluyoruz, kamplardaki felaketlerin ilk ve son kez yaşandığını farz ediyoruz, bir zamanlar bir yerlerde ve sadece bir kereliğine yaşandı diyoruz. Etrafımızda olanları görmezden geliyor, insanlığın susmayan çığlıklarına kulaklarımızı tıkıyoruz” diye seslenir. Bu sözlerle felaketin arkasında yatan nedenlerin ve faillerin uzak bir tarihte kaldıkları gibi bir yanılgıya düşülmemesi gerektiğini ifade eder. Zira geçmiş hala akan suda, bastığımız toprakta, yürüdüğümüz yolda bizimle birliktedir. Tıpkı soykırımı gerçekleştiren “sıradan” insanlar gibi.

Joshua Oppenheimer’ın, Christine Cyn ve anonim bir yönetmenle beraber çektiği Öldürme Eylemi (Act of Killing, 2012) belgeseli de ilk olarak işte bu sıradanlık meselesini ve katliamı gerçekleştiren insanlarla beraber yaşamaya devam ettiğimizi akıllara getirir.

Öldürme Eylemi, 1965 yılının Endonezya’sında Suharto önderliğinde başlatılan askeri darbenin ardından Endonezya Komünist Partisi üyelerinin ve cunta karşıtlarının nasıl katledildiğini perdeye aktarır. Film bunu yaparken, mağdurların konumu yerine kamerayı bizzat faillere çevirerek katliamı nasıl gerçekleştirdiklerini onların ağzından anlatmalarını sağlar. 1 milyonun üzerinde insanın nasıl vahşice öldürüldüğünü; neşe içerisinde şarkılar söyleyen, dans eden, dalga geçen, eğlenen ve yaptıkları her şeyden tarifsiz bir biçimde keyif alan insanlardan dinleriz. Filmin hiçbir anında yaşamlarını yitiren insanların yakınları, mağdur olanlar yer almazken anlatı bütünüyle katliamı gerçekleştiren ve bugün hala sokaklarda özgürce dolaşan Anwar Congo1 gibi katillerin cinayetleri nasıl gerçekleştirdiklerine odaklanır.

Suharto yönetiminin doğrudan desteğiyle, diledikleri şekilde insanları katleden bu insanların çoğu paramiliter bir çete olan Pancasila Gençliği üyesidir. Film boyunca Amerikan sinemasındaki gangster tiplemelerden nasıl etkilendiklerini, insanları öldürürken onların cinayet yöntemlerini nasıl birebir uyguladıklarını gururla anlatırlar. Hatta süreç içerisinde kandan rahatsızlık duydukları için daha farklı usuller geliştirdiklerini ve insanların bir kısmını da boğarak öldürdüklerini belirtirler.

Neşenin hiç eksik olmadığı bu katliam anlatısı, şüphesiz sıradan bir insanın ne kadar kötü olabileceğine ve kötülüğün doğası üzerine düşünmeye çağırır. Öldürme Eylemi ile ilgili eleştiri metinlerinde sıklıkla değinildiği üzere Hannah Arendt’in Kötülüğün Sıradanlığı adlı kitabı bu açıdan anahtar bir konumda yer alır. Arendt, söz konusu yapıtında Yahudi soykırımının başlıca sorumlularından biri olan Adolf Eichmann’ı emirlere uyan, ancak düşünme yetisinden yoksun bir bürokrat olarak konumlandırmış, onu bir tür canavar ya da vahşi bir yaratık gibi betimlemekten özenle uzak durmuştur. Arendt’in Eichmann ile ilgili mahkemedeki gözlemlerinden yola çıkarak yaptığı bu tasvir, emirleri soğukkanlılıkla ve hiç akıl süzgecinden geçirmeden harfiyen uygulayan sıradan bir insanı öne çıkarır. Öldürme Eylemi’nin odağına aldığı failler ise Eichmann’ın mahkeme sürecindeki haletiruhiyesinden oldukça uzak bir görünüm sergileyerek cinayetlerden nasıl keyif aldıklarını ayrıntılı bir şekilde yansıtırlar. Ancak her iki durumda da Arendt’in üzerinde durduğu vicdan muhasebesi ve içsel bir hesaplaşma görülmez.

Nihai olarak Öldürme Eylemi, kötülüğü uzak bir coğrafyada ya da bir öteki kimlikte arayan pek çok anlatının aksine onun olağan bir hayat içerisinde nasıl tezahür edebileceğine ilişkin bir resim ortaya koyar. Yönetmenlerin bu belgesel aracılığıyla yaptığı şey, vizörü tersine çevirerek perdeyi bir tür vicdani rahatlatma alanı olmaktan çıkarmak ve insanların şu an içinde bulundukları zamanı sorgulayabilmelerine olanak sağlamaktır. Şüphesiz Michael Haneke’nin Saklı (Caché, 2006) filmindeki şu cümlesini hep akılda tutarak:

Soykırım bireysel bir suç değildirKomşuna ve kardeşine yaptığını hatırla!

1Katliamın en önemli sorumlularından biri olan Congo, 2019’un Ekim ayında ölmüştür.

Bu yazı konuk yazar Özgür İpek tarafından kaleme alınmıştır.

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir