Fıre Wıll Come

 


  -spoil içerir. Sadece filmi izleyenler okumalı-

Sene 1989, yer Galiçya’nın kuytu bir dağ köyü. Film, İspanyol kırsalında orman yangınları çıkarması sebebi ile mahkum edilen ‘’piromanyak’’ Amador’un hapisten çıkmasıyla başlar. Aslında bu sebep ve sıfat filmdeki şartlı tahliye memurları tarafından bize söylenenlerdir. Amador bir kundakçı mı, piromanyak mı, gerçekten bilmiyoruz. En azından film bize bir kanıt sunmuyor, cezasını çekmiş olsa da. Ama adıyla da bir yangın kehanetinde bulunuyor ve izleyiciye bu yolla bir yem bırakıyor. Film, üzerinde hep bu gölgenin gerginliğini taşıyor.

Filmin, geri kalanındaki görece öznel hikayeye uymayan, çarpıcı bir girişi/proloğu var. Anlatılmak istenene dair bir ipucunun bu nedenle -çoğu filmde olduğu gibi- burada gizli olduğunu düşünüyorum. Bir dizi okaliptüs ağacını bir bir yıkan, canavarvari estetik kazandırılmış bir dozer, karşısına çıkan bir ağaç sebebi ile aniden duruyor ve ışıklarını söndürüyor. Bu kudret kazandırılan ağaca yaklaşıyoruz ve karanlıkta yer yer insan yüzüne dair parçalar görür gibi olarak o ağacı izliyoruz. Filmin en büyük ikinci silahı sayabileceğimiz, Vivaldi’den Leonard Cohen’e uzanan müzik burada başlıyor, giriş sekansı da burada bitiyor. Bundan sonrası geçmişinden kaçamayan bir adamı anlatıyor dahi olsa, bu girişte bambaşka bir anlatı var. Dozeri kullanan kimsenin olmaması ve dozere ilahi bir görünüm verilmiş olması önemli. Pek çok anlama çıkabilecek bu girişin sadece tadını çıkarmak da mubah fakat ben yine de okaliptüs ağaçlarına olan düşmanlığı sebebiyle dozer ile Amador’u, karşısına çıkıp onu durduran büyük -yaşlı- ana ağaç ile de Amador’un annesini ilişkilendiriyorum. Annenin yağmurdan bir ağacın içine sığındığı sahne de bu okumaya yardımcı oluyor.

Kahramanımız Amador hapisten çıkınca, oldukça içine kapanık, sakin ve sessiz biri ile tanışıyoruz. Peki Amador’u susturan nedir? Hapishaneden önce de böyle biri miydi? Onu susturan suçu mu suçsuzluğu mu? Belki de sadece böyle biriydi, hep böyle biriydi. Yaşlı annesi ile baş başa bu kırsalda yaşamak, en yakın arkadaşlarının da konuşamayan canlılar olması onu böyle biri yapmıştı. Bilmiyoruz. Oyuncunun oyun tarzı da hiçbir ipucu vermiyor. Filmin özenle kaçındığı bazı cevapların soruları bunlar. Bir de asıl soru var. Amador suçlu mu? Ama sorunun büyüklüğüne rağmen filmi izlerken tüm amacımız bunun cevabını bulmak olmuyor. Bu da filmin önemli bir başarısı. Zaten izleyici de köy halkı gibi yıllar geçmiş olsa da olanları unutmayacaktır. Film bu anlamda Jagten (The Hunt, 2012) filmine benzer bir gizem yaratıyor ve o iletişime benzer bir iletişim kuruyor izleyici ile.

Filmin en önemli diyalogu, Amador ile yaşlı annesi arasında, yurt dışından gelen okaliptüs ağaçları hakkında geçiyor. Amador bu ağaçlar yüzünden bazı ağaçların kuruduğunu söylüyor ve ‘’Sırf büyümek için diğer ağaçları ve bitkileri boğarlar, gözlerini gökyüzüne dikmişler. Şeytandan beterler.’’ diyor. Annesi Benedicta ise ‘’Canı yanan can yakar.’’ diyor. İşte bu diyalog izleyicide ‘’Acaba Amador gerçekten bilinçli bir yangın çıkarmış olabilir mi?’’ sorusunun güçlü bir şekilde yankılamasını sağlıyor. Fakat bir cevap olmadan. Filmin belki tek imalı diyalogu bu oluyor. Elimize bu diyaloğu alıp devam ediyoruz beklemeye. Beklemek dedim çünkü bir arthouse filmde dahi aşina olmadığımız biçimde ilerliyor film; uzun süre filmde bir ‘’olay’’ olmuyor. Dünyaya uzak bir yerde, kalabalığa uzak kahramanlarımızın hayatlarından bir parça izliyoruz. Az, öz, dingin ve mütevazı. Filmin geneli böyle iken o 10 dakikalık, filmin kendisine birkaç beden büyük gelen yangın sekansı geliyor sona doğru. İzleyiciyi ürküten, gerçekliği ve kurgusu sebebi ile de hipnotize edici bir belgesel niteliği taşıyor. Filmin geri kalanıyla tamamen çatışan bir tercihler bütünü. Ayrıca yangın sekansını izlemek izleyiciye birtakım teknik imkanların filme hiç de homojen dağılmadığını düşündürüyor. (hatta yer yer kurmaca olmasının imkansız olduğunu ve bunun bir found footage olabileceğini bile düşündüm fakat aynı görsel estetiğe/16mm’nin grenli görüntülerine sahip olması beni vazgeçirdi). Bu da bunun oldukça kasıtlı bir tercih ve bir amaç için olduğu fikrine yol açıyor. Bu bilinçli kontrastı da kahramanımız Amador’un ve kasaba halkının içsel ikilemleri ile bağdaştırmak mümkün oluyor.

Film bu yangına kadar ve hatta sonrasında olağanüstüyü, kamera ile izleyici arasına bir tür filtre koymayı reddediyor. Her şey olağan ve göründüğü gibi. İlişkiler, uğraşlar, sesler, mekanlar ve hatta ışık. Kendine has güzelliğini gerçekliğinden alan, süregelen yaşamın bir yansıması. Oyuncular ise amatör -oyuncu değiller-, kendi isimlerini taşıyan karakterleri canlandırıyor. Bu seçimleriyle O que arde şüphesiz “cinema verite” (gerçek sinema) ruhu taşıyor.

Film izlemeye değer ve başarılı. Bu riskli ve kibirli duran ‘’başarılı’’ kelimesini de ‘’izleyici ile kurmak istediği bağı kurabilen, amaçladığı hisleri uyandırabilen’’ şeklinde tanımlıyorum kendimce. Bu başarıyı mümkün kılan, bahsettiğim her şeyin muğlaklığı ve durağanlığının hizmet ettiği tek bir şey; duygu. Dingin bir his filmi izlemenin zor/nadir olduğu; çekmeninse neredeyse riskli olduğu bu günlerde Laxe, kamerayı insanın ve doğanın içine doğrultmuş. Komplike ve orijinal olma arzusundan sinemasında eser yok. Tam da özlem ve ihtiyaç duyulan; saf sinema dedikleri şeyin bir örneği.

Son zamanlarda değişen izleme alışkanlıklarımızın yol açtığı hızlıca sonuca gitme; en yeniyi, en farklıyı ve en sürükleyiciyi izleme isteği ile kesinlikle örtüşmeyen bir sinema. Sıkılmayalım diye kısalan süresinden dolayı derinleşememiş iki boyutlu karakterlere de yer yok. Bu -ağır tabiri ile- yozlaşmadan uzak durup nefes aldıran filmlerden O que arde. Sırf bu sebepten izlenmeyi fazlasıyla hak ediyor.

Diğer Yazılar: Manolya Akdemir
Join the Conversation