Oscar ödül töreninde Büyük Beşli olarak tanımlanan ana kategori ödüllerin en önemlisi En İyi Film olarak görülüyorsa ikinci sırada da En İyi Yönetmen ödülünü gelir. Bu yıl iki adayın diğerlerine göre ödüle daha yakın olduğunu belirtmek gerek. Birdman ve Boyhood filmlerinin yönetmenleri Innarritu ve Linklater’den birisinin gecenin sonunda ödülü elinde tutacağına kesin gözüyle baktığımı belirterek tüm adayları yönetmenlik kategorisi kapsamında inceledim.
Birdman
Paramparça Aşklar ve Köpekler’den sonra yönettiği 21 Gram filmiyle adından söz ettirmeyi başaran Alejandro Gonzalez Inarritu, Babil filmiyle düşüşe mi geçiyor diye düşündürse de Biutiful filmiyle kaldığı yerden devam etti. Ancak bu saydığım filmlerin tamamının önüne geçecek bir yapımla bu yıl Oscar töreninde kategorisinin en önemli adayı olarak karşımıza çıkıyor. Birdman’de anlattığı hikayenin etkileyiciliğinin yanı sıra kullandığı tek kamerayla tüm hikayeyi sanki filmin içindeymiş gibi izlememizi sağlıyor Innarritu. Filmin neredeyse tamamı bir tiyatro salonunda geçiyor. Ancak kamera neredeyse hiçbir zaman seyircilerin olduğu açıdan sahneye bakmıyor. Bakış açısı her zaman oyuncuların birkaç adım uzaklığı oluyor. Yani ya sahnede ya da sahne arkasında oyuncuların yanında kendisi de bir karaktermiş gibi yer alan kamera filmi izleyenlere bir tiyatro oyunu izlediği havasını vermiyor, aksine gerçek hayatın bir parçasını ekrana yansıtıyor. Riggan’ın sahne arkasında peruğunu takıp sahnede oynanan oyuna adım attığında da biz Riggan’ın sahnede canlandırdığı karakteri değil kendisinin düşüncelerini, hissettiklerini algılamaya devam ediyoruz. Çünkü biz Riggan’ın yanında olmaya devam ediyoruz. Sahneden ayrılıp peruğunu çıkardığında da biz oradayız. Innarritu hem tek kamerayı çok iyi kullanması, hem tiyatro sahnesinin dışına çıkmadan arkasında yaşananları aktarmasıyla ödüle en yakın adaylardan.
Boyhood
Richard Linklater zaman mefhumunu en bilinen filmlerinin ana öğesi haline getirmiş durumda. 9’ar yıl arayla çektiği Before serisinin ilk filminde bir trende tanışan çiftin felsefi konuşmalarla geçen bir gününü ve bu bir günde yaşadıkları aşkı anlatırken sonraki iki filmde araya 9’ar yıl girdiğinde zamanın aşklarına ve kişiliklerine olan etkisini sorgulamıştı. Mutlu sonla biten filmlerin sonrasını merak eden seyirciler için ilgi çekici bir üçlemeydi. Boyhood’da ise tek filmde 12 yıllık süreci yine aynı oyuncularla anlatarak zamanın tüm etkilerini gözler önüne sermeye çalışmış. Bunu yaparak sinemanın hayatın ta kendisi olduğunu bir kez daha kanıtlamış aslında. Belki film için (en çok eleştirildiği kısımda bu) farklı oyuncularla birkaç ayda bitirilebilecek bir yapımı aynı oyuncularla yıllara yaymak dışında herhangi bir özelliği olmadığı söylenebilir. Ancak sadece bunu yaparak bile Linklater filmi nefes alan bir organizmaya yani bir canlıya dönüştürmeyi başarmış. Boyhood kimine göre kötü bir film olabilir ama zamanın insana ve hayata etkisini olabilecek en iyi şekilde anlatarak kesinlikle bir yönetmenlik başarısı göstermiştir. Hatta bu kategoride Birdman’le birlikte ödüle en yakın aday olduğunu söyleyebilirim.
Foxcatcher
Sinemada ara ara karşılaştığımız spor temalı filmlerden birisi de Foxcatcher. Bennett Miller’ın Moneyball ile beyzbola odakladığı kamerası bu kez güreş dünyasına dönüyor. Tıpkı Moneyball’da olduğu gibi gerçek bir hikayeyi konu edinen Foxcatcher’da yönetmen Miller, Schultz kardeşlerin yaşadıkları dönemi izleyiciye aktarmayı başarıyor. Aynı zamanda sporun sponsorluklarla aldığı şekli inceden inceye eleştiren Miller tıpkı Moneyball’da yaptığı gibi sporun sadece spor olarak kalmasının gereklerini ekrana yansıtmayı başarıyor. Tüm bunlara rağmen bu kategorideki diğer adaylarla kıyaslandığında sıralamada sadece The Imitation Game’in önüne geçebileceğini belirtmem gerek.
The Grand Budapest Hotel
Wes Anderson masalları perdeye aktarmayı başaran yönetmenlerden. The Grand Budapest Hotel de izleyenleri kendi dünyasına çekmeyi başaran kostümleri ve mekanlarıyla çağdaş bir masal. Wes Anderson belboy Zero’nun hikayesini anlattığı filmde kendi gerçekliğinden hiçbir zaman ayrılmıyor. Her masalda karşımıza çıkabilecek absürdlüklere kendi masallarında da yer veren Anderson, bunları dünyasının bir parçası olduğunu hissettirecek boyutta yani tadında kullanıyor. Renk seçimlerinde dahi özgün olmayı başarıyor Wes Anderson. En önemlisi de kimin yönettiğini bilmeden izleseniz, Wes Anderson’un olduğunu anlayacağınız tarzını sonuna kadar yansıtıyor. Film vizyon tarihi nedeniyle ödülü yakınlık anlamında Birdman ve Boyhood’un gerisinde kalmış olabilir. Ancak ödülü alamayacak olsa da Wes Anderson The Grand Budapest Hotel ile ne kadar iyi bir yönetmen olduğunu bir kez daha kanıtlıyor.
The Imitation Game
Yönetmen kategorisinin en zayıf filmi The Imitation Game. Film Alan Turing’in II. Dünya Savaşı sırasında yapmış olduğu makineyle (günümüz bilgisayarlarının öncüsü olarak kabul edilir) Almanya’nın Enigma adlı şifrelerini kırmayı başardığı döneme odaklanan bir biyografi filmi. Konusu ve oyunculuklarıyla kendi dalında iyi bir film olduğunu söylemeliyim. Ancak yönetmenlik kategorisinde diğer filmlerin önüne geçebilecek bir yapım olmadığı muhakkak. Morten Tyldum, II. Dünya Savaşı dönemine ait bir film çekmesine rağmen biraz kaçak dövüşerek izleyicide dönem filmi algısı yaratamıyor. Askeri kodları çözmeye çalışan dönemin en iyi matematikçilerinin bir kampta bir araya toplanması nedeniyle çevrelerinden uzak kalmaları yönetmenin kendini haklı çıkaracak sebeplerden birisi olabilir. Yine de Alan Turing’in hikayesi filmi izlemek için yetse de yönetmenin filme katkısının diğer aday yönetmenlerin yanında pek fazla olduğunu söyleyemem. Bu nedenle bu kategorinin en zayıf filmi olarak The Imitation Game’i görebiliriz.
Bu dosya yazarlarımızdan Ahmet Belkıran tarafından hazırlanmıştır.