YILDIZ HARİTASI

Vücuttan Ruha Dönüş ve Bensizliği Reddeden Bir Yaşam Çarkı: Maps to the Stars

Bol katmanlı ve farklı okumalara alan açan filmlerle karşımıza gelen David Cronenberg, düşünsel anlamda tutarlı bir sinema yapan yönetmenlerin başında gelmektedir. Body-horror alt türünü merkeze alan Cronenberg, beden-ruh ilişkisini farklı yönlerden ele alarak derinleştirdiği eserlerinde çizdiği karanlık tablolar ve ürkütücü ilişkilerle, bilim-kurguyla korkuyu enfes bir şekilde harmanlamayı başarmaktadır.

Son filmi “Maps to the Stars”da, beden ile ruh arasındaki ilişkiyi pek sık ele almadığı yönleriyle irdeleyen Cronenberg, “Videodrome”, “Fly” ya da “Naked Lunch”da anlattığından farklı, farklı olduğu kadar tamamlayıcı bir şekilde ele alıyor bu ilişkiyi. İlk dönem eserlerinde “new flesh” kısmına yoğunlaşan, bedensel dönüşümü ele alan yönetmen, bu defa bedeni ruhsal bir dönüşümün aracı olarak kullanıyor. Bedeni araçsallaştırıp ruhsal bir devamlılığın izini sürmesi de onu, felsefesini, Uzak Doğu’ya- özellikle Budizm’e- yakınlaştırıyor.

Cronenberg’in sinemasında Budizm her zaman kendine yer bulmuş, onun fikirlerine kaynaklık etmiş bir inanç biçimi. Budizm’in temelinde yer alan herhangi bir maddenin mutlaka değişeceği fikrinin ve bu fikirden doğan “değişimin kendisinin engellenemez bir olgu olduğu” önermesinin yarattığı izafiyet, Cronenberg sinemasında her daim karşımıza çıkmaktadır. Bir halden diğerine dönüşen vücutların gerçeklik algısı üzerinde yarattığı dezenformasyonu gerilim unsuru olarak kullanan yönetmen, bu defa vücudu ruhsal bir dönüşümün, samsara’nın, aracı olarak sunuyor.

Samsara, yaşamın döngüsünü, ölümü ve yeniden doğuşu bünyesinde barındıran çok yönlü bir kavram. Var oluşun ve yok oluşun her aşamasını içerisinde barındıran bu kavram, “Maps to the Stars”da, yaşam çarkı ve bu çarktan kurtuluş ekseninde ele alınmakta daha çok. Sağlıksız/kötü eylemlerin sağlıksız sonuçlara götürdüğü karakterler; acı çekerek, bedel ödeyerek yaşam çarkından çıkmanın peşinde. Hikayenin merkezinde yer alan Agatha Weiss (Mia Wasikowska), bu döngünün farkında olan, eylemlerinin bedelini ödeyip bilinçli bir şekilde yaşam çarkından çıkmayı amaçlayan yegane karakter. Filmin hemen başında, “Nereden geliyorsun?” sorusuna verdiği “Jüpiter” cevabını, kısa bir süre sonra gülümseyerek “Florida” ile değiştirmesi Agatha’nın düşünceleri ve filmin kalanındaki eylemleri hakkında önemli bir ipucu veriyor. Jüpiter cevabında, benliğinin kendisinden önce de var olduğu gerçeğini kabullendiğini, Florida diye düzeltmesinde ise bu durumun başkaları tarafından anlaşılamayacağı ve dahil olduğu halkanın diğer unsurlarını da yaşam çarkından çıkartma görevinin kendisinde olduğu inancına sahip olduğunu görebiliyoruz.

Film boyunca, dahil oldukları zincirin dışına çıkamayan karakterlerin, hatta ölmelerine rağmen, çektiği acılara şahit oluyoruz. Stafford (John Cusack) ve Christina (Olivia Williams), evliliklerinin getirdiği lanetin; Havana Segrand (Julianne Moore) annesiyle yaşadıklarının, Benjie (Evan Bird)ise ablasıyla arasında geçenlerin bedelini ödemektedir. Kolektif bir acı söz konusu aynı zamanda, bir halkanın en ufak eylemi bile diğer halkanın hayatında sarsıcı etkilere neden olabiliyor. Film ilerledikçe her karakterin, acı çekerek yaşam çarkının dışına çıkma çabasına şahit oluyoruz; ateşin ve suyun yok oluşa hizmet ettiği bu zinciri bir arada tutan bir eylemi, iki kardeşin yaşadığı evliliği, tekrarlayarak zinciri yeniden doğuma götüreceğine inanan Agatha’nın çabalarıyla vücutlarından, şimdiki yaşantılarından kurtulan karakterlerin sonraki yaşamlarına gidişlerine tanık oluyoruz aynı zamanda.

Bedenin ruhu özgür kılmaya yarayan bir araç olarak sunulması, Cronenberg filmografisi içerisindeki en büyük farklılık olarak ön plana çıkıyor. Önceki eserlerinden farklı olarak, bedeni, ruhun dönüşümü için bir kurban, sonraki yaşama geçiş için feda edilmesi gereken bir unsur olarak sunan yönetmen, çıkış noktasında yer alan benliğin yok olması kavramına da itiraz ediyor böylece. Sonsuz bir yaşam döngüsüne dahil ettiği benliği vücuttan ayırarak, bensizliği reddeden bir yaşam çarkı öneriyor bizlere.

Karakterleri için oluşturduğu yaşam çarkını genellenebilir kılan Cronenberg, çizdiği tablonun bir benzerini Hollywood ve sinema sektörü için de oluşturuyor. Sektörün her sabah yeni bir gün yerine aynı güne uyandığını, sağlıksız eylemlerinin bedelini ödeyen sistemin yeni bir hayat için önce acı çekerek yok olması gerektiğini dile getirerek, sinema endüstrisi için de dikkat çekici cümleler kuruyor.

Son zamanların en güçlü filmlerinden biri olan “Maps to the Stars”, Cronenberg’in “Cosmopolis” ile başlayan dönemde söylediği ve söyleyeceği sözlerin, ilk dönem işlerinde yer alan önermelerden aşağı kalır bir yanı olmadığını göstermesi açısından da önemli bir film. Herkesin kendine göre bir şeyler bulabileceği kadar bol malzemeli ve katmanlı yapısıyla da farklı olmayı başaran eser, izleyenleri kendisi hakkında düşünmeye davet ediyor. Davete icabet etmemek içinse hiçbir sebep yok.

Diğer Yazılar: Tanju Baran
Bilimkurgunun Yeni Evi: Neill Blomkamp’ın Oats Stüdyo’su
Hitchcock ve John Ford’un çağı tepelerin ardında kaldı, artık yönetmenler İsveç çakısı...
Devamını Okuyun
Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir