YENİ DÜNYA

Yönetmen Caner Erzincan’ın önceki filmi olan Mar’ı henüz izleyememiş olsam da hakkında işittiğim övgüler ve filmin almış olduğu ödül de benim için ilgi çekici olmasında yeterliydi. Yeni Dünya’ya biraz da bu beklenti ile gitmiştim ama açıkçası beklentilerimi karşılayan bir film olduğunu söyleyemem.

Filme geçmeden önce, filmin kendine özgü yanlarından biraz bahsedelim. Sinemada ilk defa down sendromlu bir oyuncunun baş rolde olması ile ön plana çıkan film öncelikli olarak down sendromlu insanlara ilgiyi çekmeye çalışıyor. Caner Erzincan’ın film tanıtımlarında da belirttiği gibi bu insanların sürekli olarak evlere kapatıldığı ve toplumda yer bulamıyor olmalarını bir sorun olarak anlatmaya çalışıyor.

Fakat konu sadece bununla kalmıyor. Filmin bir derdi olduğunu anlıyoruz ama konu ilerledikçe bu dertlerin sayısı giderek artıyor. Köyden kente göç, kentsel dönüşüm, hikayede Melek karakteri üzerinden anlatılmaya çalışılan “kadının yaşadıkları” ve onun kendi dünyasındaki asıl hikayeden neredeyse bağımsız öyküsü, derken down sendromlu çocuk sadece filmin içindeki bir figürana dönüşüyor. Özellikle kentsel dönüşüm üzerine şehirden çok etkileyici kareler var. Hatta, film sadece kentsel dönüşüm üzerine olsaydı ancak bu kadar olabilirdi belki de. Hem kentsel dönüşüm, hem Melek karakterinin yaşadıkları -hadi göç ve devamındaki sorunlar için filmin temeli diyelim- bir araya gelince down sendromlu Soner’in sorunlarına uzak kalıyoruz.

Aile, down sendromlu çocukları Soner’in eğitimi için İstanbul’a göç ediyor. Önce Soner için okul bakılıyor. Burada “Down sendromlu bir birey hangi okula gider?” sorusunu irdelemeden geçiyor film. Devletin down sendromlu kişiler için “bakım parası” olarak verdiği destekle ilgilenen film, bu konuyu da havada bırakıyor. Aile bu yardımı alabildi mi, alabilecek mi, alırsa ne kadar faydası olacak? İstenen bir doktor raporu var mesela, bu raporu nasıl aldılar? Hastanın, ne kadar sağlıklı olduğunu belirleyen bir yüzdeden bahsediliyor, bu konuda down sendromlu bireyler ve onların aileleri nasıl bir süreç yaşıyor? Soner’in bir okula gitmesi, Mehmet Ali’nin bankamatikten para çektiği sahnelerle, anlıyoruz ki bu para nihayet devletten alınıyor. Nihayetinde, öyle bir senaryo izliyoruz ki, Soner’in eğitim alabilmesi için İstanbul’a gelme kararı alan aile, filmin sonunda bir de köye geri dönünce, “Hani bu çocuğun eğitimi?” diye kalıyoruz.

Kısacası, down sendromlu bireylerin hayatsal sorunları ile yola çıkan film, bu konuyu mikroskop altına almak yerine, zaten yeterince büyük olan sorunun yanına ekledikçe ekliyor. Üstelik kentsel dönüşüm, kadının gördüğü şiddet, köyden kente göç gibi her birisi başlıca büyük sorunlara bulaşması, filmi her şeyden azar azar anlatan ama hiçbirisinde etkileyici olamayan bir film haline getiriyor. Üstelik asıl derdinin yanına bu kadar çok sorun sıkıştırmaya çalışınca da niyet yanlış anlaşılabiliyor. Nihayetinde, filmin başrolü Soner Erzincan, yönetmen Caner Erzincan’ın kardeşi, yani burada kötü niyetli olup da bunun bir sömürü unsuru olduğunu düşünmek yanlış olur. Fakat ortada düşük bütçeli bir bağımsız sinema örneği yerinde biraz daha ticari kaygısı ve hedefleri yüksek bir film olsaydı, bu yorum kaçınılmaz olurdu.

Filmin oyuncu kadrosunda Melek karakteri için Şükran Ovalı değil de, yüzü eskitilebilen, yıllandırmaya daha müsait bir oyuncu seçilebilirdi. Erken yaşta evlendirilmiş, 14 sene down sendromlu bir çocuğa köyün imkansızlıklarıyla bakmak zorunda kalmış bir kadın karakter, bundan çok daha fazla yıpranırdı. En azından böyle bir karakterin, tasarım kaşları olmazdı herhalde. Şükran Ovalı böyle bir karakter için gereğinden fazla genç ve güzel kalmış. Makyajla yaşlandırmaya kalkılınca da gereğinden fazla makyaj yapmak gerekebilirdi. Oyunculuğu ile rolünün hakkını veren Ovalı’nın, özellikle de Mehmet Ali(Erkan Petekkaya)’nin Soner’i de alıp çıkmasıyla kriz geçirdiği sahnedeki oyunculuğu oldukça başarılıydı ama yüz olarak bu role daha uygun birisi bulunabilirdi.

Filmin son bölümlerinde, senaryo gereği Melek karakteri filmden çıktıktan sonra, Mehmet Ali tek başına hayatta kalmaya çalışıyor. Bu bölümde, Mehmet Ali, down sendromlu oğlunun başına bir şey gelmemesi için evdeki odaya kilitliyor. Burada evde yalnız kalan Soner’in çevreye ve kendine zarar vermeye başladığı sahnede ise, yönetmenin röportajlarında da söylediği gibi, filmin asıl konusu ve amacı olan, down sendromluların eve kapatılmasının yanlışlığı ifade edilmiş.

Velhasıl, bütün sorunların hepsini birden anlatmaya çalışmak yerine, down sendromlu bir bireyin sorunlarını bu filmdeki kadar anlatabilmek adına 25 dk’lık kısa-orta metraj bir filmle yalnızca asıl sorun incelenseydi belki de daha başarılı olunabilirdi. Down sendromlu insanların yaşadığı sıkıntılara ve down sendromu gerçeğine dikkat çekmek adına iyi niyetli bir çaba, ama güzel bir fırsat kaçmış.

Diğer Yazılar: Halil İbrahim Erdoğan
Bir Toplumsal İkna Aracı Olarak Haberler
‪1938 yılında, Orson Welles tarafından radyoya uyarlanan Dünyalar Savaşı (H.G. Wells) oyununda,...
Devamını Okuyun
Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir