Tanrının Beyaz Irka Bahşettiği Yeni Dünya’ya Yolculuk
“Ben Küba’da iken üç ayda yedi bin çocuk öldü. Acıdan çılgına dönen bazı anneler bebeklerini nehirde boğuyorlardı… Böylece erkekler madenlerde, kadınlar ağır çalışma içinde ve çocuklar da süt bulamadıkları için ölüyordu. Bu kadar büyük, güçlü ve verimli topraklar kısa sürede boşaldı. İnsanlığa o kadar yabancı olan tüm bunları kendi gözlerimle gördüm ve şimdi bile yazarken ürperiyorum.”
İspanyol rahip Bartolomé de las Casas, beyaz ırkın dünyevi hırslar için ‘Yeni Dünya’da yaptığı zulmü böyle yazmış eserinde. Beyaz ırk tüm zalimlikleriyle Tanrı tarafından onlara sözde vaadedilen bu toprakları birçok koldan sömürmüşler. Sadece, giderken ilk amacı misyonerlik ve zengin olma arzusu olan ama daha sonra tüm bu dehşete dayanamayıp eserleriyle günah çıkaran Las Casas’ın İspanyolları değil aynı zamanda Portekizliler, Hollandalılar ve Virginia’da Jamestown’u kuran İngilizler de bu cinayetlere farklı yerlerde ortak olmuşlar. Yeni Dünya Amerika’da yaşanan tüm bu olaylar coğrafi keşiflerin kirli yüzünü gösteriyor adeta.
Terrence Malick’in The New World’ü de tam da bu noktada başlıyor. Kısaca özetleyecek olursak, önce gemileriyle ana karaya ulaşıyor İngilizler. Sonrasında ise kin, kötülük ve savaşmak nedir bilmeyen yerlilerin şaşkınlıklarından yararlanıp kolonileşme sürecine giriyorlar ve 1607 yılında dönemin İngiliz kralı Birinci James’den adını alan Jamestown’u kuruyorlar. Koloninin ilk yılları kolay olmuyor tabii. Yerli saldırıları, şiddetli geçen kışlar, açlık ve hastalıklardan dolayı pek çok kişi yitip gidiyor yeni dünyada. Peki Avrupalılar tüm bu sefalete neden göğüs geriyor dersiniz? Tabii ki altın bulmak ve zenginlik arzusu.
“Neden altın istiyorlar? Altını yapamazlar mı? Yenir mi?
The New World, hikayesinin altyapısını tarihsel gerçekliğe yaslayıp İngilizlerin kolonileşme süreciyle oluşturmasının yanında, insan ruhunun ihtiyacı olan sevgiyi ve aşkı şiirsel bir harmoni ile veren oldukça duygusal bir film. İlk etapta tüm olayları İngiliz kaptan John Smith ve aşık olduğu yerli Pocahontas’ın sesinden duyuyoruz. Bu yönüyle ikilinin ağzından aşk, sevgi, iyi-kötü, varoluş gibi birçok kavramı felsefik bir üslupla veriyor Terrence Malick. İnsan doğasının içinde kötülük olmadığını, aslında kötülüğü toplumun kendisinin yarattığını görüyoruz Kaptan Smith yerlileri tanıdıkça.
İnsanlığı Kurtaracak Olan Sevgiye
“Onlar şefkatli, sevgi dolu ve sadıklar. Kurnazlık nedir bilmiyorlar. Yalan, aldatma ve açgözlülük, iftira ve bağışlamayı ifade eden kelimeler buralarda hiç duyulmamış. Bana hayal gibi gelen şeyler burada gerçeğin ta kendisi. Artık hayattayım.”
Bu noktada Malick, ikilinin arasındaki aşkı öyle ruhani bir şekilde gösterir her görüntü farklı bir büyüleyicilikle yansır kareye. Güneşi, suyu ve rüzgarı yeniden anlamlandırabilmek için bir fırsat verir yönetmen bizlere. Biran olsun tüm koloni işlerini unutup mutluluğu, aşkı ve sevgiyi en naif haliyle görürüz. Maddi zevkler, hırs ve açgözlülük geride kalır Kaptan Smith yerli halkın yanında olduğu süre zarfında. Fakat dünya her zaman böyle güzel değildir. Kaptan koloniye döndüğü zaman zehirlenmiş toplumların yarattığı insanların ne durumda olduğunu tekrar görürüz. O zaman anlaşılır koloni süreci ile başlayıp aşka evrilen konunun başka bir adrese daha uğrayacağını.
Böyle bir Acı Yok
Saf, naif Pocahontas… bunun sonunu hiç göremedin değil mi? Bilmiyor muydun bu rüyanın bir gün sonlanacağını? İşte şimdi tüm acınla yapayalnızsın. Dilsiz, kültürsüz, isimsiz ve insansız. Artık kalabalığın içindeki yalnızsın.
İnsan tüm yaşanmışlıklarını ardında bırakabilmeli mi yoksa onlarla birlikte maziye mi gömülmeli? Daha önce yaşamadığı, hissetmediği ve bilmediği hayal kırıklıklarıyla tanışıyor Pocahontas. Artık çocuk değil. Tanımadığı insanların içinde yalnız başına bir kadın. Eğer tüm kederi ardında bırakabilmek mümkün olsa vazgeçecek acıdan, yaşamaya devam edecek onu sevebilen başka biriyle. Ama geçmiş her zaman geçmişte kalmıyor, kalmayacak.
Aslında The New World son yıllarda daha bir ön plana çıkan Terrence Malick’in felsefik üslubunun göze çarpan ilk filmlerinden diyebiliriz. Böylelikle, karşımıza çıkan ruhani görüntüler ve varoluşsal sözler daha önce yaşamadığımız bir deneyim imkanı sunuyor. Ve sadece Amerika tarihini değil insanlık tarihini de gözler önüne seriyor film. Maddi hırslarla başlayan keşifler, öngörülemeyen bir aşk, daha önce yaşanmamış bir acı ve sonrasında ise çıkmazda kalmış bir kalbin son kararı…
Terrence Malick sinemasının en önemli yönlerinden bir diğeri de kuşkusuz görüntüler. Her kare eşsiz bir güzellikle bizlere sunulmuş. Tabi bu noktada Emmanuel Lubezki’yi es geçmemek lazım. Çağımızın en iyi görüntü yönetmenlerinden biri olan Lubezki’ye tanıklık edebildiğimiz için şanslıyız. Tüm bu tanrısal görüntüler Malick felsefesi ile birleşince tadından yenmiyor doğrusu. İşin içine bir de müzikler girince bambaşka bir atmosfer oluşmuş. Kısacası The New World insanı insan yapan her şeyi bulabileceğiniz olağanüstü bir nimet olup çıkmış. Bize de şapka çıkarmak düşer.