WHIPLASH

Senaryosunu Alt Eden Film

Sinemanın temel önermelerinden biri olan “kötü senaryodan iyi film çıkmaz”, gayet işlevsel ve makbul bir kuraldır. Asla çekilmemesi gereken birçok filmin çekilmiş olmasının temelinde, bitmek bilmeyen para aşkını dışarı bırakırsak, ya bu kurala kulak asılmaması ya da bu kurala meydan okunması yatar. Nice yiğitlerin kötü senaryodan iyi film çıkarma uğruna heder olduğuna şahit olan perdeler, arada senaryoyu -sayıyla da olsa- tuş eden cengaverlerle de karşılaşıyor; Damien Chazelle’in “Whiplash”i de bu cengaverlerin sonuncusu.

“Whiplash”in senaryosunun neden kötü olduğuna ve bu kötü senaryodan nasıl iyi film çıkardığına geçmeden önce, senaryoyu alt edip etmediğine değinmek lazım: Evet, alt etmiştir. Bu bilimsel açıklamadan sonra senaryodaki sıkıntılara geçebiliriz. “Whiplash” özünde klişeler yumağı, büyük ölçüde seyrini belli eden ve kâğıt üstünde en az senaryonun kendisi kadar standart karakterlere sahip bir eser. Gencecik Andrew (Miles Teller) baterist olabilmek için, hedeflediği Charlie Parker seviyesidir ki o seviye de çok çok iyi bir seviyeymiş, uzun yıllardan beri çalışmaktadır ve ülkenin en iyi konservatuarı olan Shcarffer’a girmek için Rocky usulü sert çalışmalarla canını dişine takar, en iyi olabilmek için yapılması gerekenleri yapar, aşılması gereken engelleri aşar… Fakat bu süreç senaryo açısından birçok kusuru içinde barındırmaktadır; tek başına idman yaparken Terence Fletcher (J.K. Simmons) tarafından fark edilmesinden tutun da orkestralarda baş bateristliğe yükselmesine, Andrew ile Terence arasındaki ilişkinin tonlarından finaldeki Messivari şık çalıma kadar hikayenin kendisi ve parçaları aleladeler; bu tahkiye yüzlerce kez gördüğümüz filmin başında dayak yiyip finalde kendisini dövenleri tekmeleyen malum çocuk öyküsünün bir varyantıdır bir nevi. Bu kötü bir şey değil, hikaye klişe ve basit olabilir diyebilirsiniz ama araya alakasız ve kamu spotu tadında bir yemek sahnesi koyup ailesiyle hesaplaştıracak kadar yüzeyselleşmesinden, “Bakın Andrew sıkı çalışıyor, bakın elleri kanıyor!”u durmadan göze sokmasından, hayalleri uğruna zar zor edindiği kız arkadaşından ayrılan idealist adam portresi çizmesinden veya Jo Jones’un Charlie Parker’ın kafasına defalarca zil fırlattığını düşündürtecek kadar yinelediği menkıbesinden rahatsız olmamak mümkün değil.

Tüm suçu hikaye gelişimine yıkmak doğru değil, karakterler de en az hikayenin kendisi kadar sıradanlar. J.K. Simmons’ın enfes performansını, öyle böyle değil adam hayatının maçını oynamış, ve Miles Teller’in dik duruşunu sıyırıp atarsak, geriye “Allah belanı versin Muharrem” dedirtecek kadar kötü yazılmış karakterler kalıyor. Şükür ki bu durum kağıt üstünde kalmış, yoksa film çekilmez bir hal alabilirmiş. Senarist Damien Chazelle’in notalara feda ettiği kelimeler de öykü ve karakterler kadar can yakıcı ayrıca, çekip kopardığınızda elinize gelen her diyalogun öldürücü derece özensiz ve basit olması, kelimelerin notalar kadar etkileyici olduğunu bilenler için oldukça rahatsızlık verici.

Olmamışlıklara nokta koyup filmi övmeye geçebiliriz kısaca, kısaca çünkü bir filmi yermek övmekten çok daha zevkli, “Whiplash” öyküsündeki gediklere rağmen ışıl ışıl bir film; ritmine kapılıp gideceğiniz, hiç bitmesin dedirten cinsten. Çılgın ritmi, J.K. Simmons’ın deli oyunculuğu, baş döndürücü kurgusu ve iyi yönetimiyle, kullanmadığım sıfat kalmadı galiba, başarılı ve keyifli bir film. Bu yanları o kadar kuvvetli ki, yönetmen Chazelle’in senarist Chazelle’i alt ederek kötü bir senaryodan iyi film çıkartmasına olanak sağlamış. Az buz bir iş değil bunu başarmak, önünde saygıyla eğilip şapka çıkarmak lazım. Tüm bunların yanında “Whiplash” orta yolcular için bulunmaz bir nimet, filmi beğenenlere katılıp gönül rahatlığıyla eğlenebildiğiniz gibi hiç rahatsızlık duymadan filmi beğenmeyenlerin safına katılıp kaleminizi bileyebiliyorsunuz. Böyle filmler kolay kolay karşımıza çıkmıyor, “Whiplash”in kıymetini bilmek lazım.

Diğer Yazılar: Tanju Baran
Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir