Boynumuzda bir el kamerasıyla, kısa film çekme hevesine tutulmuş üç genç olarak kasabamızın sokaklarını dolaşıyorduk. Elimizde nasıl yazıldığını bilmediğimiz 3-4 sayfalık bir senaryo vardı.
Bir şeyleri sadece kayda almak istiyorduk. Kendimiz yazıp kendimiz kamera karşısına geçiyorduk. Sinema yapma arzusu çoğunlukla böyle başlar. Ancak başarıya giden yolda arzudan başka bir şeyimizin olmadığını anlamak üzereydik. Elimizde sadece nasıl kullanacağımızı bilmediğimiz bir kamera, internetin henüz bu kadar yaygın olmadığı bir dönemde izleyebildiğimiz birkaç dvd, bizi hiç anlamayıp sınavlara hazırlanmamız gerektiğini söyleyen öğretmenlerimiz vardı. Sinemayı öğrenmek istiyorduk. Sinemaya dair popüler filmlerin haricinde bir şey bildiğimiz söylenemezdi. Amatörlüğümüzü yenmek ve üniversitede sinema okumak istiyorduk. İzmirli bir yönetmenin daha evvel Tire’de film çektiğini biliyorduk. Bu yönetmenin ismi Semih Kaplanoğlu’ydu. Herkes Kendi Evinde ve Meleğin Düşüşü’nü de o çekmişti. Yumurta sonraki filmiydi ve Tire’de çekilmişti. Hemen internette kısa bir aramaya giriştik. Bir şekilde Semih Kaplanoğlu’na ulaşmak istiyorduk. Hemen bir e-posta gönderdik; umudumuz yoktu ama denemeliydik. Anında gelen cevap şu an sektörde olmamızı sağlayan şeylerden biriydi. Semih Kaplanoğlu yakında geleceğini, bizimle görüşeceğini hatta ona yardım etmemizi istediğini söylemişti. Derken bir anda kendimizi Semih Kaplanoğlu’na cast için oyuncu ararken üstüne bir de kendisine senaryo okuturken bulmuştuk. Rezalet bir senaryoydu. Hem kötü yazılmıştı hem de ortada bir film yoktu. Yine de Semih Kaplanoğlu’nun yardımcı yönetmeni Ahmet Küçükkayalı ile tanışmamıza ve onunla birlikte yeniden bir kısa film yazmamıza vesile olmuştu. Kısa film hazırlıkları yaparken bir yandan da Süt filminin setindeydik. Oyuncularla oturuyor, konuşuyor, seti izliyorduk. Kaplanoğlu pek de büyük olmayan bir ekiple çalışıyordu. Bir yabancı ses yönetmeni, bir yardımcı yönetmeni, bir senaristi, birkaç da asistanı vardı. Sete çok hakimdi. Oyuncularla yakından ilişkiler kuruyor, her sahneyi sonuna kadar tekrar ediyordu. O filme kadar sinema anlayışım bambaşkaydı. Onu gördükten sonra gerçek anlamda sinemayla tanışmaya başlamıştım. Semih Kaplanoğlu author bir yönetmendi. Hikayedeki hiçbir şeyi şansa bırakmıyordu. Süt filmi, büyük bir sanat eserinin olması gerektiği gibi ruha yönelmeyi, tinsel alana ulaşmayı becerebilen bir filmdi. Ortada bir şairin bize duyumsattığı bir görüntü şiiri vardı. Yusuf’ta Semih Kaplanoğlu’nun bilmediğim geçmişini görüyordum. Ayrıca filmi çektiği kasaba bizdik. O hayatlar, oradaki gençler bizlerdik. Yusuf bizden büyüktü ama taşradaki o çıkmazı biz de İstanbul’a geldiğimizde görmüştük.
Yusuf’un şiirlerinin yayımlandığı andaki heyecanını, İstanbul’da ilk defa bir hikayeme dergide rastladığımda anlayacaktım. Süt filmi benim için sadece ilk set anısı, sinema başlangıcı değildi. Bunların hepsiydi. Yusuf’un Süt filmi boyunca aradığı kendisine benzeyen arkadaş çevresini, biz de o taşrada aramış ve birbirimizi bulmuştuk. Oysa Yusuf yalnızdı. Ona İstanbul’dan gelip yardım eden bir Semih, bir Ahmet yoktu. Onu her izleyişimde, kasabamda yürüyen Yusuf’la birlikte o kasabada kalmak istiyordum. Şiirlerini umutsuzca yazan, çıkmazdaki, askere gidememeyi kendine dert etmiş, annesiyle arasındaki bağı kopmuş Yusuf’la sohbet etmek istiyordum.
Uzun süre sonra film tamamen bittiğinde, filmi ilk kez hep birlikte izleyecektik. Filmde görev alan herkes oradaydı. O gün filmi izlediğimde uzun süre konuşmadım. Sinemanın bağırmadan bir şeyler anlatan filminin etkisine tutulmuştum. Süt filmini izlediğim gece, sinemayı sevdiğime kesin olarak karar verdiğim anlardan biriydi.
Semih Kaplanoğlu’nu daha sonra birerbir görme şansım olmadı. Ancak onun ve Ahmet Küçükkayalı’nın bizi o yaşta dikkate almasıyla sinemaya tutunmuştuk. Birkaç kısa film çekip ödül aldığımızda ileride daha iyilerini yapabileceğimizi biliyorduk. Yaşım ilerledikçe ben yazmaya evrildim ve hiç film çekemedim. Ama Semih Kaplanoğlu ve filmlerinin benim için hala çok özel bir yeri var. Belki de kasabanın Yusuf’u olmayalım diye bize yardım eden Kaplanoğlu ve Küçükkayalı’ya bu nedenle teşekkür ederim