ŞİKAGO YEDİLİSİ’NİN YARGILANMASI VE BU VESİLEYLE “ADALET FİLMLERİ”

The Trial of the Chicago 7

Adalet/adaletsizlik ikiliği, insanlık tarihinin en önemli ve sürekli temalarından oluşu nedeniyle, kültür ürünlerinde kendisine çokça yer buluyor. Malum olduğu üzere özellikle Amerikan sineması, adalet temasına ve daha özelde mahkeme sahnelerine çok meraklı. “IMDb Top 250” listesinde en üstte yer alan ilk beş filmin merkezi bir temasının adalet, adalet arayışı, adaletin tecelli edişi ya da etmeyişi olması dikkat çekici. Dahası, birçok başka başarılı film de bu temayı merkezine alıyor ve mekan olarak mahkeme salonlarını kullanıyor.

Aslında adalet, sinemanın daha baştan beri en temel temalarından biri. Hukukçu Jessica Silbey’in yazdığına göre 1906 gibi erken bir tarihten itibaren adalet filmleri, sinemanın bir türü olarak varlığını sürdürüyor (“A History of Representations of Justice”, sayfa 131).

Burada, bu türü nasıl adlandırmak gerektiği konusunda bir parantez açmak isterim. Bu türe “adalet” mi, “hukuk” mu, “mahkeme” mi, yoksa “yasa filmleri” mi demeliyiz? Bu filmlerin en gözde mekanı mahkemeler de olsa, bu filmlerde yer yer yasaların evrimi de işlense, filmler hukuk sistemi odaklı da olsa bence en kapsayıcı kavram “adalet”tir. Böylece içerisinde mahkeme salonu sahnesi olmayan, yasaların evriminden söz etmeyen ve hukuk sistemini merkeze almayan ancak bazen soyut bazense somut bir olgu olarak adalet teması etrafında dönen filmleri de bu türe dahil etmek mümkün olur.

Adalet filmlerinde işlenen başlıca bir konu, adaletin hukuk mekanizmaları içerisinde sağlanamadığı hissidir. Başka bir şekilde ifade etmek gerekirse bu, adaletin temel işlevinin yani toplumsal vicdanı rahatlatma ve adalet hissini tatmin etmenin gerçekleşmediği durumlarda, bu adaletin hukuk mekanizmasının dışında kalan alanlarda aranması temasıdır (“IMDb Top 250” listesinin ilk beşine atıf yapmışken, Godfather üçlemesinde adaletin mafya eliyle “tecellisine” dair klasikleşmiş sahneleri anmak isterim).

Godfather III (1990)

Belli ki dünyanın adaletsiz bir yer olduğu gerçeği ile mahkemelerin bunu değiştirme gücünün epey sınırlı oluşu hala önemli bir tema ki bütün bir çizgi roman dünyası adaleti hukuk dışında ya da hukuka yardımcı olarak tesis eden karakterler üzerine kurulu. Çizgi roman dünyasına dayanan sinema türü de haliyle bu tema üzerine bina oluyor: Batman, Örümcek Adam, Süpermen… dahası Batman v Superman: Adaletin Şafağı, Adalet Ligi en ünlüleri… Bu durum aslında adaletin tatmin hissindeki yani hukukun temel işlevinin yerine gelmesindeki bir sıkıntının yansıması. Bu çok gerçek bir sıkıntı ve bu hissi en çok yaşadığı adaletsizliğe hukukun çare bulamadığı insanlar anlar diye düşünüyorum. Bu türde karşımızda, aşağıda bahsedeceğimiz türde bir “hukuk kahramanı” değil daha çok bir “adalet savaşçısı” vardır. Kendisi bir hukukçu değildir ancak adaletin tecellisi için kelimenin gerçek anlamıyla bir savaş verir. En bilindik örnekleri cezayı bizzat kesmez ve suçluları adalet sistemine teslim eder. Örneğin Batman’in Kara Şövalye serisinde yapmaya çalıştığı ve çoğunlukla başardığı budur.

Heath Ledger – The Dark Knight (2008)

Adalet teması, Amerikan sinemasında 1930’lardan itibaren belirli bir kahraman tipini yaratmıştır. Bu kahraman, adaletin tecelli etmesi için yasal işleyişe müdahele eden bir “hukuk kahramanıdır” (bu konuda bkz. Jessica Silbey’in makalesi). (Benim ve eminim ki birçokları için bu tip kahramanların en ünlüsü Bülbülü Öldürmek’in avukat babası Atticus Finch’dir). Silbey, adalet sistemine şüpheyle yaklaşan ve onu düzeltmeye koyulan bu avukat kahramanların artışıyla, takip eden dönemde Amerikan adalet sisteminin hak ve özgürlüklere verdiği önemden umutla söz eden yorumların yükselmeye başladığını yazar. 1957 tarihli 12 Kızgın Adam herhalde bu tür yorumları besleyen ilk ve en ünlü örneklerden biridir. Bu anlatılarda temel bir motif, Amerikan adalet sistemi ne kadar da çarpık, otoritenin müdahalesine açık, iktidarın bir aygıtı olsa da dürüst ve başarılı avukat, polis, savcı ve yargıçların hakkaniyetli kararlara vesile olabildiğidir. Yine Kara Şövalye’ye dönersek, orada da tüm kişi ve kurumlarıyla yozlaşmış Gotham şehrinde, adaletin maskeli savaşçısı Batman’e destek, “maskesiz kahramanlar” olan polisler ve savcılardan gelir.

Bülbülü Öldürmek (To Kill A Mockingbird) – 1962

Bu artık gelenekselleşmiş Amerikan sinema endüstrisi anlatısının, başka bir deyişle kahraman hukuk insanı hikayelerinin en yeni örneklerinden birini, geçenlerde hayatını kaybeden efsanevi yargıç Ruth Bader Ginsburg’un hayatını anlatan Eşitlik Savaşçısı’nda görmüştük (https://fikrisinema.com/esitlik-savascisi-ya-da-hollywoodda-gecmisle-yuzlesme-akimi/) Filmde Ginsburg, adaletin tecellisi için bütün bir müesses nizamla savaşıyordu. Benzer ve daha yeni bir örnek ise 2020 Oscarlarında adı geçen (https://fikrisinema.com/odul-sezonu-ve-ozelinde-2021-yili-oscarlari/) ve adalet filmleri türünde örneği çokça görüldüğü üzere gerçek bir hikayeye dayanan, Aaron Sorkin’in yönetmeni olduğu Şikago Yedilisi’nin Yargılanması’dır. Eşitlik Savaşçısı’na benzer şekilde, bu filmde de (68’in muhaliflerine savaş açan) müesses nizamın yargıya müdahaleleri karşısında özellikle hukuk insanları, polis, bürokrasi ve siyaset dünyasından kişiler adaletin tecellisi için çaba harcıyor. Bu anlamda tıpkı daha önceki bir Fikrisinema yazıma konu ettiğim BlacKkKlansman gibi (https://fikrisinema.com/karanlikla-karsi-karsiya-2/) Şikago Yedilisi’nin Yargılanması da siyah ve beyazlardan ibaret bir film değil; Amerikan müesses nizamının farklı ve birbirleriyle çatışan yönlerini öne çıkaran bir eser.

Filmde, 1968’de Chicago’da Vietnam Savaşı’nın protesto edilmesi olayları sırasında yaşananlar sonucu, protestoya önderlik eden yedi kişinin yargılanması konu ediliyor. Yargılama süreci, daha önce de birçok esere konu olacak kadar kötü yönetildiği ve sürece hükümet ile devlet güçlerinin hukuk dışı şekilde müdahil olduğu için dikkat çekiyor. Öte yandan gerek savcının gerekse de tanık olarak ifade veren eski Adalet Bakanı’nın tavrı müesses nizamdaki çatlakları simgeliyor.

Şikago Yedilisi’nin Yargılanması, pandemi nedeniyle film üretiminin çok düşmesi, başarılı oyunculukları, düşmeyen temposu ve vurucu finaliyle ödül sezonunun iddialı eserlerinden biri kuşkusuz. Bu filmlerin başarısı bize, Hollywood’un adalet, hukuk kahramanları, adalet savaşçıları, mahkemeler, jüriler ve “itiraz ediyorum sayın yargıç” performanslarıyla dolu daha epey film üreteceğini gösteriyor. Siz de “adalet savaşçıları, hukuk kahramanları artık sıktı, başka konular lütfen” diyenlerden misiniz?
(Adalet’in bu sadece sinemayla sınırlı kalmayan, televizyon ve diğer popüler kültür mecralarına da çokça konu olma durumu öyle bir noktaya geldi ki, popüler kültür ürünleri adaletin işleyişini dahi etkilemeye başladı. Bu konuda bir kitap ve birkaç makale yazan ABD’li hukukçu Richard K. Sherwin, davaların yürütülüş biçimi ve mahkeme performanslarının popüler kültür ürünlerinden çokça etkilendiğini belirtiyor [kitap için bkz. When Law Goes Pop]. Bizde de Müge Anlı ile Tatlı Sert ve benzerlerinin yarattığı durum bu anlamda üzerine düşünmeye değer).

Join the Conversation