Lois Lowry’nin 1993 yılında yazdığı romandan uyarlama olan The Giver, Phillip Noyce’nin ilk bilimkurgu denemesi olarak karşımıza çıkıyor. Genellikle çektiği aksiyon filmleriyle tanınan Phillip Noyce, bu kez farklı bir tarz denemiş. Bu tarzı yeterince iyi yansıttığını söylemek ise sanırım biraz abartı olur. Bunun nedeni ise filmin bize vermek istediği duyguları tam olarak veremiyor olması. Romanı okuyanlar için izlemesi daha zevkli olacak olan film, okumayanlar için tam bir hayal kırıklığından öteye geçemiyor ne yazık ki. İşlediği konu ve kurgunun sıradanlığından ziyade film içimizdeki heyecan rüzgarlarının kapısını açmaya bile yetmiyor. Filmdeki sahnelerden hiçbirinin doruk noktalara ulaşamaması, ayrıca filmin başından itibaren sonunun nasıl biteceğine dair kafamızda oluşan düşünceler film hakkında bir görüş belirlememizi sağlıyor ki bu da filmin heyecanını kaçıran noktalardan biri.
Filmin konusundan bahsedecek olursam, bir ütopya evreninde geçen hikaye herkesin eşit koşullarda yaşayıp yetiştirildiği bir kasabayı anlatmaktadır. Burada 18 yaşına gelen gençler, kasabanın önde gelen adı “Yaşlılar” olarak geçen kişiler tarafından belirlenip çeşitli mesleklere atanırlar. Filmin kahramanı olan Jonas’a ise anı toplayıcılığı görevi verilir. Bu göreve uzun yıllardır kimse atanmadığı için Jonas kasabanın şanslılarından biridir. Sahip olduğu bir şeylerin ötesini görme yeteneğiyle bu görevini gerektiği gibi yerine getireceğini düşünmektedir. Birlikte çalıştığı yaşlı anı toplayıcının anılarını görmeye ve bunları kendi anılarını göz önüne çıkarmak için kullanmaya başlar. Tabi bu kasabanın kurallarına aykırıdır. Jonas bu sayede aslında iyi sandığı her şeyin kötü olduğunu anlamaya başlar. Bütün bu kötülükleri yok etmek içinse elinden geleni ardına koymayacaktır.
Filmin geçtiği evren tamamen bir ütopya evreni gibi gözükse de filmi izledikçe Jonas yardımıyla bu evrenin aslında bir distopya evreni olduğunu fark etmeye başlıyoruz. Bu evrende duygular yer almıyor. İnsanlar müzik, aşk, renk, acı, korku gibi birçok kavramdan habersiz olarak yaşıyorlar. Bu duyguların yok olmasının en büyük nedeni ise onlara her gün aşılanan iğneler. Bu tarz kurallara sahip bir dünyada geçen filmin bana göre en güzel tarafı siyah-beyaz bir şekilde başlayıp kahramanımız Jonas’ın anılarını yavaş yavaş kazanmaya başlamasıyla renklerin de farkına varıp bunun filmin renklendirilerek yansıtılması olmuş. Tabi Jonas’ın yer almadığı sahnelerde ise renk siyah-beyazlığını koruyor.
Film, oyuncu kadrosu ise dikkatimi çeken bir diğer taraf. Filmde Meryl Streep, Jeff Bridges, Katie Holmes, Alexander Skarsgard gibi önemli oyuncular yer alıyor. Bunun dışında Taylor Swift’in de birkaç sahnede kullanılması filmin bize küçük sürprizlerinden biri. Ama film bize oyuncularla tamamen bütünleşme imkanı tanımadığı için bu kadar kaliteli oyuncuların boşuna kullanıldığı gerçeğini de ne yazık ki değiştirmiyor.
Filmin anlattığı hikaye belki klasik gelebilir. Çünkü nedense son zamanlarda bu tarz filmlere sıklıkla rastlamaya başladık. Hatta Divergent, The Hunger Games gibi son zamanların popüler filmleriyle şimdiden kıyaslanmaya başlamış olabilir. Ama ben bunun doğru bir düşünce olduğuna katılmıyorum. Sonuçta bu film kitaptan uyarlanmış bir film ve işlediği ütopya ikisinden de tamamen farklı. Bunun dışında film hakkında genel düşüncelerimin çok iyi yönde olmadığını söyleyebilirim. Eğer siz de benim gibi kitabı okumayanlardan biriyseniz veya bu tarz ütopik filmleri sevmiyorsanız izlerken sıkılmazsınız belki ama aradığınız o heyecanı bulacağınızı da ne yazık ki düşünmüyorum. Yani kısaca The Giver, iz bırakacak kadar iyi bir film ekrana yansıtmıyor. Tabi bunların dışında kitabı okuduysanız ve bilimkurgu tarzı filmleri seviyorsanız filmi beğenme ihtimaliniz de yüksek.