ROBERT DE NIRO 80 YAŞINDA – BÖLÜM I

Robert, yakın dostlarının deyişiyle Bob De Niro, 17 Ağustos 1943’te New York, Manhattan’da dünyaya geldi. Babası onunla aynı adı taşıyan Robert De Niro SR., annesi ise Virginia Admiral’di. Baba De Niro İrlandalı İtalyan iken anne Amerikan (Virginia), Alman, Fransız, İngiliz ve Hollandalı kanı taşıyordu. İkisi de ressamdılar ve küçük Robert bu sayede sanatın durmadan yeşermekte olduğu bir evde büyüdü. Anne babası boşandıktan sonra ise annesiyle birlikte onun Manhattan’ın Little Italy bölgesindeki dairesine taşındılar ve De Niro çocukluğunu İtalyan mahallesinde geçirdi. Baba De Niro da onların yakınlarında yaşıyordu ve özellikle çocukluğunda oğluyla yakın olabilmeyi başardı.

De Niro ilk oyunculuk deneyimini 10 yaşındayken okulda üyesi olduğu tiyatro kulübünün Wizard of Oz oyunundaki Korkak Aslan rolüyle gerçekleştirdi. Çocukluğunda oldukça utangaç bir çocuk olan De Niro oyunculuğu utangaçlığını kapatacak bir yol olarak gördü ve bu yolda yürümek üzere liseyi yarıda bıraktı. Sonrasında efsanevi sinema & aktör kuramcısı ve eğitmeni Konstantin Stanislawski’nin metot oyunculuğunu Amerika’ya getirerek Hollywood’un çehresini değiştirecek olan Lee Strasberg’in kurduğu dünyaca ünlü Actors Studio’ya kaydoldu ve burada Strasberg haricinde meşhur eğitmen Stella Adler’den de dersler aldı. De Niro kariyerinin yükseliş ve zirve noktalarında tüm dünyayı etkileyecek metot oyunculuğunu özellikle Marlon Brando, Montgomery Clift, James Dean, Greta Garbo, Geraldine Page ve Kim Stanley’den ilham alarak icra edecekti. Bu isimlerin de hepsi Stella Adler’den ders alan efsanelerdi.

De Niro özellikle 60’lı yıllarda birçok romantik komedi filminde rol aldı. Bu filmler sinemasal ve sanatsal anlamda değerli bulunmamış ve bu çevreler tarafından da genel olarak beğenilmeyen gençlik filmleriydi. Bu filmlerin en bilinenleri 1968 yapımı Greetings ve hemen 1 yıl sonra çekilen The Wedding Party’ydi. The Wedding Party’nin yönetmeni ise o yıllarda henüz yeniyetme olan ama sonra adını çokça duyacağımız Brian De Palma’dan başkası değildi. Ardından 1970’de Francis Ford Coppola’nın kariyerinde önemli yeri olan Roger Corman’ın yapımcılığını yaptığı Bloody Mommy ve yine De Palma’nın çektiği Hi, Mom! geldi. Bu filmler sadece De Niro’nun ilk başrol ve başrole yakın yan rollerde oynadığı filmler olarak sinemadaki yerlerini aldı.

1970 – 1980

İLK ÇIKIŞ VE HIZLA YÜKSELİŞ

70’lerde ise De Niro için şans dönmeye başladı. Actors Studio’dan yakın arkadaşı Harvey Kietel’ın yakın dostu olan genç İtalyan Amerikalı yönetmen Martin Scorsese ile bir partide tanışması De Niro’ya sadece şöhretin kapılarını açmakla kalmayacak aynı zamanda sinema tarihinin gördüğü ve göreceği en takdir edilen yönetmen/oyuncu ikilisinin de doğumunun nedeni olacaktı. Bu tanışmanın ardından De Niro önce 1971’de efsanevi The Godfather’ın deneme çekimlerine katıldı, Sonny Corleone olarak düşünülüyordu ancak kabul edilmedi. 1973’te Scorsese’yi dünyaya ilk duyuracak film olan Mean Streets (Arka Sokaklar)’te Johnny Boy adlı her an patlamaya hazır, tekinsiz bir sokak serserisini başarıyla canlandırdı ve sinemadaki ilk önemli çıkışını böylece yapmış oldu.

1974’te 3 yıl önce seçilemediği The Godfather’ın devam filmi The Godfather Part II’de yalnızca 45 dakika, genç Vito Corleone’yi canlandırarak en iyi yardımcı erkek oyuncu dalında Oscar kazandı. Rol için filmden aylar önce Sicilya’ya gidip bir ev tuttu ve İtalyan aksanını geliştirdi. İlk filmde Marlon Brando’nun sahnelerini defalarca izleyerek kendine ait ama özünü de unutmayacak mükemmel bir genç Vito Corleone yarattı. 1976’da ise dostu Martin Scorsese’nin çıktığı andan itibaren dünya sinemasına yön verecek filmi olan Taxi Driver (Taksi Şoförü)’da Vietnam gazisi taksi şoförü Travis Bickle’ı muazzam bir oyunculukla canlandırdı. Yine rol öncesinde taksi ehliyeti alarak bir süre New York sokaklarında taksicilik yaptı, taksi duraklarında gerçek taksi şoförleriyle mesailere kaldı ve sohbetlerine katıldı. İşte De Niro ile özdeşleşen, günümüzde ise Christian Bale ile sürekli gündemde olan metot oyunculuk De Niro’yla birlikte 70’li yıllarda bu şekilde fırtına gibi esti. Film Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye’nin sahibi oldu ve tüm zamanların en önemli filmlerinden biri olarak gösterildi.

1977’de yine Scorsese ile New York, New York adlı film ile setlere döndü. Film müzikal komedi öğeleriyle döşenmiş romantik bir filmdi ancak gişede hayli başarısız oldu. Buna mukabil Scorsese’nin önceden “senaryo yazmama çok yardımcı oluyor” bahanesiyle kullanmaya başladığı kokainin dozları artık kontrol edilemeyecek noktalara gelmişti. De Niro 1978’de yönetmen Michael Cimino ile o döneme dek çekilen en ihtişamlı Vietnam Savaşı filmi olan Deer Hunter (Avcı)’ı bitirdi, film en iyi film, en iyi yönetmen dahil olmak üzere 5 dalda Oscar kazandı, De Niro en iyi erkek oyuncu dalında aday gösterildi. Film çekimleri sırasında yakın dostu, Merly Streep’in nişanlısı John Cazale trajik biçimde kanserden henüz 42 yaşında hayatını kaybetti. De Niro onu hastalığı nedeniyle filmde istemeyen yapım şirketine gerekirse kendi maaşının önemli bir kısmını önermiş ve Cazale filme kabul edilerek rolü olan sahneler hızlıca çekilmişti.

Tüm bunlarla beraber aynı yıl Scorsese’nin kokain krizlerinden birinde acile kaldırılması da De Niro’nun hayatının yine önemli noktalarından birini oluşturacaktı. Elinde emektar boksör Jake La Motta’nın biyografik filmi Raging Bull için yazılmış senaryo ile birlikte yakın dostunu hastanede ziyaret etti ve bu hastane ziyareti çoğu otorite tarafından gelmiş geçmiş en iyi spor filminin çekilmesinin öncüsü oldu. Üstelik Scorsese spor filmlerinden nefret etmekteydi ancak De Niro her şeyi ayarlamıştı bile. Kokaini bıraktı ve birlikte sete girerek Raging Bull’ı çektiler. Robert De Niro bu filmdeki inanılmaz performansıyla en iyi erkek oyuncu dalında Oscar heykelciğini evine götürdü. Rol için 20 küsur kilo almasının yanı sıra boksörün gençlik sahneleri için ise kas yapmıştı. Bu o dönem için devrim niteliğinde bir performanstı. Scorsese de en iyi yönetmen dalında heykelciğe aday oldu fakat kazanamadı ama onun en büyük kazancı filmin başarısı haricinde hiç kuşkusuz ki sağlığı oldu.

1982 – 1990

AVRUPA’YA GÖZ KIRPIŞ

80’li yıllara geldiğimizde ise De Niro artık dünya çapında tanınan, ulusal-uluslararası her yönetmenin filminde rol vermek istediği bir yıldızdı. Sıranın Avrupa’ya da geldiği düşüncesindeydi ve bunu gerçekleştirecekti. 1982’de yine yakın dostu Scorsese ile sete girdi ve ortaya King of Comedy (Kahkahalar Kralı) çıktı. King of Comedy, hayranı olduğu ve idolü olarak gördüğü komedyenin peşinden koşan Rupert Pupkin adlı amatör bir komedyenin zaman geçtikçe karanlık yönünün ortaya çıkmasını anlatan bir kara komediydi. Zamanına göre hayli devrimci de bir senaryosu vardı. Yıllar geçtikçe kült statüsüne yükseldi ve her zaman Scorsese & De Niro işbirliklerinin gizli hazinesi olarak görüldü. Ayrıca günümüzde de Todd Phillips’in Joker filmini ciddi anlamda etkiledi. 1984’te efsanevi yönetmen Sergio Leone’nin yıllardır üzerinde çalıştığı Once Upon A Time In America geldi. Film Cannes’da Altın Palmiye’nin sahibi oldu ancak çıktığı dönemde çok fazla kırpılan sahneleri nedeniyle günümüzdeki popülerliği ve konumuna ulaşması yıllar sürdü. Maalesef Leone de bu günleri göremeden filmin vizyonundan kısa süre sonra aynı yıl öldü. Once Upon A Time In America, Amerika’nın yaklaşık 50 yıllık yeraltı dünyasının kalburüstü hikayesiydi ve çocukluk, gençlik, yaşlılık olmak üzere karakterlerinin 3 dönemini içeriyordu. Robert De Niro özellikle filmdeki performansıyla yine yere göğe sığdırılamadı. 1985’te ise kariyerinin en absürt ve deneysel filminde rol aldı. Ütopik, distopik türünü politik kara komediyle harmanlayan özgün bir sinema dili geliştirerek döneminde çığır açan İngiliz sinemacı Terry Gilliam’ın Brazil’inde ünlü İngiliz tiyatrocu ve sinema oyuncusu Jonathan Pryce ile başrolü oynadı. Film totaliter ve güvenlikçi devlet bürokrasisi, devlet kapitalizmi gibi konulara kafkaesk ve Orwell’in 1984’ü tarzı bir bakışla çokça stüdyo baskısına ve neredeyse sansüre uğradı, yönetmen kurgusu saklandı, gösterilmedi. Yıllar geçtikçe seyirciler tarafından ayrı bir seven kitlesi oluştu ve kült statüsüne yükseldi.

1986’da özellikle The Killing Fields ile dünya çapında ün kazanan İngiliz yönetmen Roland Joffe’nin The Mission’unda Jeremy Irons ile başrolü paylaşan De Niro bu filmde Mendoza adında hırslı ve katı Hıristiyan olan bir köle sahibini canlandırdı. Film Cannes’da Altın Palmiye’nin sahibi oldu ve De Niro’nun 80’lerdeki en yararlı işlerinden biri olarak kaldı. 1987’de geçtiğimiz yıl hayatını kaybeden kışkırtıcı ve aykırı filmlerin cesur yönetmeni Alan Parker’ın 50’ler Jazz & Blues’unu vodoo ayinleriyle birleştirek ortaya çıkardığı dini – mistik başyapıt Angel Heart (Şeytan Çıkmazı)’da sinemanın o güne dek gördüğü en etkileyici ve karizmatik Şeytan portresi sayılan Louis Cyphre’a hayat verdi. Filmde dönemin seks sembollerinden Mickey Rourke & Lisa Bonet ikilisine eşlik eden De Niro’nun karakterinin süresi az olmasına karşın meşhur yumurta sekansı ve final sekansındaki performansıyla yine herkesin ve her şeyin önüne geçti. Bu film de başta çok fazla göz ardı edildi ancak sonradan kült statüsüne yükseldi.

1988’de De Niro’nun 90’lar sonları ve 2000’lerde komediye yönelmesine sebep olacak olan, ayrıca kendisinin en başarılı filmlerinden biri olarak görülen polisiye komedi Midnight Run (Geceyarısı Avı)’da Charles Grodin ile mükemmel bir uyum sergiledi. Mafyayı kazıklayan korkak bir muhasebeciyi koruma görevinde olan bir ödül avcısını canlandırdığı film büyük sükse yaptı ve De Niro’nun ne kadar çok yönlü bir oyuncu olduğunun da en büyük ispatlarından biri oldu.

Diğer Yazılar: Deniz Kuş
Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir