Bir Yeniden Gerilim Üretimi
It Follows, uzun süredir kendini tekrar eden ve klişelerden kurtulamayan, günümüz gerilim ve korku türünün ihtiyaç duyduğu soluk olmaya adaydır. Farklılığı ve özgünlüğü, aynı türün, unutulmuş 80’ler dönemine ait filmlerinin karakteristik özelliklerini kullanıyor olmasından geliyor. Bu özellikler en dikkat çekici şekilde filmin sinematografisinde, müziklerinde ve oyuncu yönetiminde karşımıza çıkıyor.
Öncelikle It Follows bütünlüklü bir yapıt. Yarattığı etki tam olarak bir işbirliği başarısı. Yönetmen David Robert Mitchell, görüntü yönetmeni Mike Gioulakis ve filmin müziklerini yapan Disasterpeace ortak bir bilinçle, buluştuklarında hiçbir şekilde birbirlerinden ayrışmayan, filmin üç önemli öğesini buluşturuyorlar.
80’lere ait korku filmleri Nosferatu’dan beri gelen gelenekle, sözlü anlatıdan başlayarak edebi anlatıyla devam eden kültürü görselleştirmeye dayanmaktadır. Hayal gücünün ön planda olduğu, edebiyatla güçlü bağları olan üretimlerdir. Çocukluktan gelen korku hissini görmezden gelmez. Öğelerini sergilemekten çekinmez. Ancak günümüz filmleri görsel efekt kullanımına fazlaca güvenmektedir. Adeta bir ‘refleksif korku kısırlığı’ içindedir. Amaç korkutmaktır. Araçlar üzerine yeterince düşünülmemiş şekilde kullanılır. It Follows bu noktada çağdaş rakiplerinden ayrılır. Müziği dahi izleyiciyi gerilim atmosferi içine sokmak üzere akıllıca tasarlanmıştır. Diğer tüm ayrıntılar da bunu destekler niteliktedir.
Filmdeki ışık kullanımı ve kadrajlar Gregory Crewdsonvari bir atmosfer yaratmaktadır. Yönetmen bu noktada gerilim ve korku türünün bir yeniden inşaası işine girişir. Çünkü Crewdson, 80ler gerilim atmosferini, başarılı şekilde fotoğrafta uygulamış bir sanatçıdır. Yönetmen Mitchell da, bunu tekrar sinemaya aktararak, biyonikleşen efektlerin yerini aldığı, gerilim/korku biçimini eleştirmiş ve yerine yenisini (aslında eskisini) koymuştur. Sinematografik olarak, her sahnede, konuyu genel olarak ince zoomlarla ve kamera hareketleriyle destekleyerek, izleyiciyi olayın içine dahil etmeyi başarıyor. Bu yönüyle ‘sıradan akan hayattaki sıradışılığa’ yaptığı vurguyla gerilimi arttırıyor. Bu da, filme bakan kimseyi duyarsız kalamamak zorunda bırakıyor. Özellikle hikayedeki etkenin (yani filmdeki takip edenin), bu denli kapalı şekilde gösterilmesin, lehine kullanmayı başarması, yine bu atmosferin başarısı.
Temel strüktürün yanı sıra, Disasterpeace’in seçtiği referanslar; vhs kültüründen (yani tam da 80lerden) alışık olduğumuz gerilim filmi tadını müziklerle sağlayıp, kalbimizi özlemini duyduğumuz Dario Argento sahneleri gibi hoplatmıştır. Bu yönüyle tıpkı Hobo With A Shotgun gibi müziğin atmosferi bu denli başarılı şekilde destekleyebileceğini gösteren muhteşem bir örnek olmuştur. Bugün, Goblin’in Suspiria’sını dinlediğimizde hissettiğimiz ürperti, Michel Colombier’in L’alpagueur’ındaki tedirginlik neyse Disasterpeace daha title’da vermeyi bunu başarmış. Oyunculuklar, alışılmış teen slasher çerçevesi içinde kalıp yine konuyu ve alttürü desteklerken, aynı zamanda bunu genişletiyor. Oyuncular, yönetmen ve izleyen karşılıklı bir etkileşimle, neler olup bittiği üzerine birlikte düşünüyor ve anlamaya çalışıyor.
Genel itibariyle eli yüzü düzgün bir gerilim filmi olmanın dışında, bayağı bir türün yeniden üretimi söz konusu. Üstelik yeltendiği şeyin büyüklüğü nedeniyle gayet mütevazi bir tonda ve bunu başardığını bilmenin şımarıklığıyla tamamlanmış bir sanat eseri.
Bu yazı FikriSinema ekibine yeni katılan Ege Göksu tarafından kaleme alınmıştır.