The Shawshank Redemption, The Green Mile, The Shining gibi kültleşmiş filmleri göz önüne aldığımızda Stephen King diye bir yazar olmasaydı Hollywood biraz eksik kalırdı desek yanlış olmaz sanırım. Yeniden çevrimlerin moda olduğu dönemde King’e başvurmamak aptallık olurdu. Yazarın, 1990 senesinde TV’ye 2 bölüm olarak uyarlanmış palyaçolu korku romanı It, Mama (2013) ile ismini duyduğumuz Buenos Aires doğumlu korku filmi yönetmeni Andy Muschietti ellerinde beyaz perdede bu kez. Jane Eyre, True Detective’nin 1. sezonu ve son olarak Beasts of No Nation ile yönetmenlik konusunda başarısını ispatlayan Cary Fukunaga’nın da senaryo ekibin de yer alması film konusundaki beklentileri yükseltmişti. Her ne kadar Fukunaga’nın ismi jenerikte geçse de, senaryoyu yazdıktan sonra projeyi klişe bulup terk ettiğini de eklemek gerek.*
Filmin afişini süsleyen sarı yağmurluklu şirin çocuk Georgie’nin, abisinin yaptığı gemiciği kanalizasyonda kaybetmesiyle güzel bir giriş yapan film, bu yağmurlu, kasvetli atmosferi filmin geri kalanında maalesef koruyamıyor. Sırasıyla Mike, Stanley, Ben, Eddie, Beverly ve Bill isimli çocuklarla ve onların korkularıyla tanışmamızı sağlayan sekanslar, korku klişelerini tekrar edip herhangi bir yenilik sunmuyor.
Bulundukları okulda silik karakterleriyle sürekli alay konusu olan bir grup eziğin (kendileri gruplarına bu adı koymuşlar), 1989 yazında, polislerin ne işe yaradığını sorgulatan mahalleye musallat olan velet avcısı canavardan ürkmesi, kaçması, vazgeçip birleşmeleri, tekrar kaçmaları en sonunda artık yeter diyip tekrar birleşmeleri üzerinden dönen olay örgüsü, filmin en büyük problemine yol açıyor. Film, parçalı, dağınık yapısıyla, hiçbir bölümünde bütünlük kurmayı beceremiyor. Karakterler çok fazla derinleştirilmeden geçiştiriliyor. Motivasyonu en yüksek karakter olan Beverly -ki kendisi ensest mağduru fakat film bu konuda net bir eleştiri yap(a)mıyor- ise diğer çocukların yanında fazla büyük ve olgun duruyor. Çocukların ebeveynleri ile çatışmaları en fazla bir büyüme hikâyesinin girişi oluyor, altı doldurulmuyor. Gruba ve filme renk katan Richie, yaşını ve çağını aşan esprileri ile gittikçe iğrençleşiyor ve bir süre sonra sıkıyor.
Filmin kötüler grubunun lideri Henry’nin televizyondan gelen “Kill him,” nidaları eşliğinde babasını öldürdüğü sahne, filmdeki nadir parlayan anlardan birini oluşturuyor. Bir başka şaşırtan sekans, Carrie göndermeli, hanım kızımız Beverly’nin banyoda lavaboyu kurcalarken her yeri kana bulaması ve babasının içeri girdiğinde banyodaki kanları görmemesi. Bu sahnenin devamında, Bill’in çizdiği Beverly portresine tavandan damlayan kan, çizimin saçlarını kızıla boyuyor. Bu gibi buluşlarını genele yayabilse, düzenli bir ritim tutturabilse, kendini ve türünü aşacak bir yapım olabilirmiş. Fakat bu hâliyle, sokakta oynadığımız yılları, Street Fighter’i, atari salonlarını nostalji ile hatırlamak gibi kolay bir duyguyu bile tam olarak geçiremiyor.
80’ler, bisikletli çocuklar ve maceraya atılıp kötülerle savaşmaları temaları üzerinden yürüyen filmler, Stranger Things isimli nevi şahsına münhasır TV serisinden sonra karşımıza daha çok çıkacak gibi gözüküyor. Yeni hikâye üretilememesi sebebi ile tutulan bir temanın suyunun çıkarılması son zamanlarda Hollywood’un çokça eleştirilen bir özelliği. Aynı şekilde Amerikan korku-gerilim edebiyatının en üretken ismi Stephen King kitaplarının uyarlamaları da son dönemde revaçta. Geçen sene izleyiciyle buluşan kimsenin beğenmediği, neden çekildiği belirsiz Cell, bu sene vizyona girip yine aynı kaderi paylaşan The Dark Tower özensiz uyarlamalar arasında yerini aldı. Dans eden palyaço Pennywise ile korkutmayı amaç edinmiş O ise orta karar bir yapım olarak sinemada görülmeyi, korku severler tarafından bir şans verilmeyi hak ediyor.