Naif Bir Muhalif: Hal Ashby

20. yüzyılın en çalkantılı dönemlerinde yaşayan ve en az içinde bulunduğu dönem kadar çalkantılı bir özel hayatla boğuşan Hal Ashby’nin arkasında bıraktığı eserlerin kıymeti bugünlerde daha iyi anlaşılmaktadır, özellikle genç kuşaklar tarafından keşfedilmesiyle yönetmenin bilinirliği yeniden artmaktadır. Kariyerine kurgucu olarak başlayan, çekildiği zamandan itibaren ırkçılık karşıtı filmler içerisinde özel bir yer edinen In the Heat of the Night’la (1967) Oscar’a uzandıktan sonra yönetmeliğe adım atan Ashby, 70’li yıllarda arka arkaya çektiği birbirinden değerli filmlerle merkez sinemanın muhalif kanadında yer alarak Hollywood devriminin tetikleyicilerinden biri olmuştur.

Hal Ashby 1 FikriSinema

Ömrünün son birkaç yılında yaşadığı değişim dışında yaşamı boyunca sıkı sıkıya bağlı olduğu Hippi kültürünü ve 68 kuşağının dünya görüşünü her filmine temel yapan Ashby’nin sinema anlayışını iki kelimeyle özetlemek mümkün: Muhalif ve naif. Ve bu iki kelimeyi, bugün ihtiva ettiği tüm olumsuz anlam genişlemelerinden muaf şekilde kullandığımızı belirtmemiz lazım. Ashby, sonuna kadar muhalif bir sinemacı olmasına rağmen pankart açmadan, slogan atmadan ve bağırmadan Amerika’nın içeride ve dışarıda uyguladığı ötekileştirici, ayrımcı, savaş yanlısı politikalarının karşısına dikilmiştir. Öz yaşamının bir yansıması olmasına rağmen Amerika’nın alengirli iç siyasetinin bir tezahürü olarak da okunabilecek Shampoo (1975) ve açık ara en iyi filmi olan, türünün zirve noktalarından Being There (1979) ile doğrudan politikayı filmlerine malzeme eden Ashby’nin haklı ve doğru yolda olduğuna dair sahip olduğu derin içgörüsü; reel politiğin, genel geçer doğruların oldukça ilerisinde bir yaklaşım sergilemesine olanak sağlamıştır. İktidardan ve güçten beslenen aristokrasinin çürümüşlüğü üzerinden Amerika’nın karar verici mekanizmalarının iç yüzünü ortaya döken yönetmen, bunu yaparken yargılamadan, yaftalamadan, küçük düşürmeden uzak durmuştur. Sorunlara parmak basmakla yetinmeyip sorunları ortadan kaldıracak düşünce biçimlerini çözüm olarak sunan Ashby’nin bunu parmak sallayan bir öğretici havasına bürünmeden yapması ise anlattıklarını daha da değerli ve zamansız kılmıştır. Vietnam sendromunun cisimleşmiş hali olan Coming Home’da (1978) savaş gazilerine “Vietnam’da hata yaptığımızı kabul edersek ömrümüzün kalanında bu gerçekle nasıl baş edebiliriz ki?” cümlesini kurdurtacak kadar karşı tarafın iç muhasebelerine anlayış gösteren Ashby’nin kucaklayıcı ve hoşgörülü yaklaşımı, güç sahibi iktidarlardan her türlü zorluğa direnen azınlıklara kadar her kesimin tek tipleştiği günümüz dünyasının kolay kolay anlamayacağı kadar yüce bir noktadadır.

Hal Ashby 2 FikriSinema

Hal Ashby’nin bir diğer özelliği, ruha dokunacak kadar naif bir sinema anlayışına sahip olmasıdır. Tam bir ilişkiler anlatıcısı olan yönetmenin varoluştan yok oluşa uzanan dünyasında herkese ve her kesime yetecek kadar sevgi, mutluluk, çekişme, rekabet, hüzün vardır ve bu duyguların tamamı aynı doğal kaynaktan, insandan beslenir. İlişkileri odağa yerleştiren ve her türlü yaklaşımın “insani” olduğunun altını çizen Ashby, şiddetle karşı çıktığı yargılama ve etiketlemeye meyleden karakterlerin düştüğü acziyeti resmederek bu anlayışını somutlaştırmıştır. Shampoo’da kadın kuaförü olduğu için erkekler tarafından eşcinsel olduğu düşünülen George Roundy’nin (Warren Beatty) heteroseksüel erkeklerin hayal dünyasına bile sığmayacak kadar renkli bir cinsel hayata sahip olması, Being There’de Chance’ın (Peter Sellers) gizemli bir bilinmeyen olmasını saflık yerine güce yoran siyasilerin elleriyle en üst makama kadar yükselmesi ya da Harold and Maude’de (1971)başkalarına yük görülen biri genç, diğeri yaşlı iki çizgi dışı karakterin birlikte mutluluğa erişmesi ötekileştirici ve yargılayıcı anlayışa sahip kişilerin asla erişemeyecekleri gerçek mükâfatlar olarak sunulmuştur. Bu durum, temiz olanın, temiz görünenden değersiz addedildiği düzene Hal Ashby tarafından açılmış isyanın naif bir göstergesidir.

Hal Ashby, yazıda değindiğimiz filmlerin yanı sıra değinme fırsatına erişemediğimiz Jack Nicholsonlu The Last Detail (1973) ve David Carradinelı müzik resitali Bound for Glory (1979) dâhil olmak üzere hangi filme el atarsanız atın sadece güzellikler bulacağınız ve her hücresiyle yaşadığı özel bir dönemde biriktirdiklerini birer birer eserlerine damıttığı altın bir filmografi bırakmıştır geriye. Hakkı yeterince verilmemiş, eserleri gerektiğince övülmemiş bir yönetmenin filmografisine dalmak veya eksik parçaları tamamlamak için doğum gününden ideal bir gün bulmak zor, henüz geç kalmış değilsiniz.

Diğer Yazılar: Tanju Baran
Ara Pası 2
Efendim bu haftadan itibaren vizyondaki filmlere dair sayıklamalarımızı Ara Pası‘na taşıyoruz. Gösterimde...
Devamını Okuyun
Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir