FS: Tabutta Rövaşata’dan bu yana biyografinize bakınca kısa filmler, reklamlar, klipler sinemaya göre daha ağırlıkta. Tehlikeyle Flört filminde yönetmen koltuğundasınız ancak kendinizi yapımcı olarak tanımlıyorsunuz. Hangisini yapmaktan daha çok hoşlanıyorsunuz?
MŞ: Yönetmen meselesini pek de meslek olarak göremiyorum ben, kariyer yapılacak bir şey gibi gelmiyor bana. Daha çok bir bakış açısı, bir yorum gibi geliyor. Burada hepimize bir senaryo verseler bir de ekip verseler, hepimiz bir filmi yönetebiliriz. İyisi ve kötüsü de rölatif. Yani sana göre iyi bana göre kötü olabilir. Çok tartışmalı. Dolayısıyla bir tane ürün çıkıyor mu, çıkıyor. Onun da yönetmeni sen misin, sensin. Bitti. O yüzden yönetmenlik bir kariyer ya da meslek olarak benim gözümde olmadı. Bir şey anlatmak istiyorsan ve bunu görsel, işitsel medya ile yapmaya kalkıyorsan yönetmensin demektir. Ama yapımcılık öyle değil. O bir meslek. Onunla sen para kazanıyorsun, para kaybediyorsun. Önce bir milyon dolarlık iş yapıyorsun, sonra paran oluyor üç milyon dolarlık. Paran olmuyorsa da bulma olanağı yaratıyorsun, daha büyük işler yapıyorsun. Böylece daha çok para kazanıyorsun veya daha çok riske giriyorsun. Bu sektörde de bence zaten, adı üstünde yapımcı. Filmi yapan, medyayı ortaya koyan adam o. Varolması için ortamı yaratan insan olduğu için, yönetmen bir enstrüman onun için. Sana da versek o imkanları sen çekiyorsun zaten. Kimin yorumlaması yapımcının işine geliyor, yapımcının tasarrufunda. Hollywood böyle bir şey üzerine kurulmuş. Bu sistemin doğruluğu, çıkan ürünlerin ne kadar verimli olduğu tartışılır tabi ama bir sektör olduğu tartışılmaz. Zaten verimli olmadığı düşünüldüğü veya sektör olma niyetiyle yapılmadığı anda bağımsız sinema diye bir şey çıkıyor, o taraftan bir ağaç büyüyor. Sonra o da bir yöne gitmeye başlayınca kalabalıklar da bunu fark ediyor ve yeni bir kol doğuyor. Dolayısıyla da yönetmenlik benim için hiçbir zaman bir meslek ve kariyer hedefi olmadı. Küçükken ben yönetmen olacağım diye bir isteğim olmadı yani.
FS: Amerika menşeili The Net 2.0 bir yapımda yer aldınız. O yapımda tam olarak ne yaptınız? Nasıl başladı, nasıl ortaya çıktı?
MŞ: Orada yardımcı yönetmendim ben. Hollywood için düşük bütçeli, 7-8 milyon dolarlık bir işti. 4-5 haftalık bir çekimi vardı. Ben de hala iddia ederim, bu konuda da kendime güvenirim, herhalde Türkiye’deki en iyi yardımcı yönetmenlerden biriyimdir. Organizasyonu ve kim saat kaçta nerede olacak, kim neyi alacak, ne gibi aksilikler çıkabilir tarzı bütün sorunları iyi öngörürüm. Dolayısıyla benimle çalışmak istediler. Yönetmeni Irwin Winkler’ın oğlu Charles Winkler’dı. Irwin Winkler aslında Rocky serisinin yapımcısı. Slyvester Stallone’a “ben yazdım, ben başroldeyim” dediğinde “tamam” diyen tek adam. Winkler soyadını duyunca işi ben de çok istedim. Line Producer’ı IFR’ydi o filmin. Hacivat ile Karagöz Neden Öldürüldü filminden hemen önceydi. O bitti Hacivat’a başladık zaten IFR kadrosu olarak. Bizim hocamız Ezel tabi. Rica ettik, Tehlikeyle Flört’de de oynadı, sağolsun kırmadı. Bizim onunla bir abi kardeş ilişkimiz vardır.
Beni The Net 2.0’da gecenin dördünde Sony’den aradılar, Amerika’dan. Biz çekimi bitirmişiz, ertesi sabah 6’da setimiz var. Bir baktım telefon çaldı. Bir şeye mi geç kaldım diye düşünürken baktım Amerika numarası. Açtım, Sony’den arıyoruz dediler, işte üç gün önce başroldeki Nikki Deloach oteline iki saat geç gitmiş. Sendikası da iki saat geç gitmeyi öğrenmiş. Sendikası yapımcıyı arıyor, yani Sony’yi. “Bu kızı sen iki saat fazla çalıştırmışsın sana iki saat mesai şarj ediyorum” diyor. O da atıyorum saati 2.000 dolardan 4.000 dolar. Sony de beni arıyor “4.000 doları senden keseceğim çünkü bu kızı fazla çalıştırmışsın yani doğru planlamamışsın” diyor. Sony gibi stüdyoların ciddi prosedürleri vardır. Her gün kim kaçta geldi, kaçta gitti, set kaçta paydos etti, uzadıysa neden uzadı, ya da her şey planlandığı gibi gitti, o günkü bütün sahneleri çektin, raporunu yazıp Sony’ye gönderirsin. Bizim gönderdiğimiz rapordaki saatle kızın otele vardığına dair gönderdiği rapordaki saat farklı. Bu saati sadece kız da vermiyor, otelin lobisinde çalışan da Sony’e rapor yazıyor. Sony de bize bunu soruyor. Seninkine göre bu kız iki saat geç girmiş. Biz önce şaşırdık, bir yandan da sevindik bizim yazdığımız raporları birileri ciddiye alıyor diye. Biz de öyledir bilirsin doldurursun arşive koyarlar.. Meğer birisi bakıyormuş. Sonra araştırdık ettik bu kız niye geç gitti diye. Nikki’ye sorduk, lobideki adamı bulduk kız kaçta girmiş onu sorduk. Şoförü bulduk, dedi ki “biz eczaneye gittik, ağrı kesici aldık.” Onun fişini istedik. Zaten o masraf olarak yapımcıya verilir. Hemen buldurduk onu. Saatine baktık, hakikaten set paydosundan sonra. Dolayısıyla, bu sebepten oteline geç gitti diye savunma yazıp o fişin fotokopisini gönderdik yırttık. Yani adamlar bu kadar bürokratik fakat tıkır tıkır çalışan bir sistem kurmuşlar. Tabi bu aslında yapımcı sineması mantığı. Yani her şeyin motomot olması, her şeyi kontrol edeyim anlayışı. Ama bizim sistem de çalışıyor bir şekilde. Hatta bazen pozitif olabiliyor. 12 saatte çekeceğin bir şeyi 24 saatte çekince bir şey yakalayabiliyorsun bazen. Her şey çok planlı olduğunda yakalanamayabiliyor güzel olan. Çünkü bir plan için 5 dakikası var. Çekti çekti. Kötü çektiyse dur bir dakika döneyim düzelteyim gibi bir şansı yok o sektörde. O yüzden başta iyi planlaması lazım. Dolayısıyla hep planlı bir şey çekiyorsun. Yani sistem güzel çalışıyor, her şey tıkır tıkır işliyor ama planlı bir şey yapmış oluyorsun. Öbüründe daha doğal bir şeyler yakalayabiliyorsun. Geçen bir reklam filmi çektik. Bir cümle söyleyecek kadınları yarım saat kırk beş dakika tuttuk, o sayede kadınlardan çok doğal şeyler yakaladık. Onu yakalayamazdık biz. Kadına şu cümleyi kuracaksın diye söyleyebilirsin. Ama özellikle istenen şey o doğallığı yakalamak. Artık internette viral reklamlar çok dolaştığı için insanlar doğal olanı daha rahat fark ediyor, kalabalıklar bunu görüyor artık. Doğalı buymuş deyiveriyorlar. O sistemde gitseydik bunu yakalayamazdık. Şimdi konuşacak, şimdi gülecek, böyle çalışıyor adamlar. Hollywood’da oyuncunun o zaman içinde o şartlarda en efektifi vermesi gerekiyor. O yüzden öncesinden çok ciddi hazırlanıyor. O yüzden iyi oyuncu o. Yoksa adama 48 saat veriyorsun, 35 tane değişik tip yapıyor da sen içinden en iyisini seçmiyorsun.
FS: Hacivat ile Karagöz Neden Öldürüldü filminde ikinci ünite yönetmenliği yaptınız. Tam olarak nedir ikinci ünite yönetmenliği?
MŞ: Bu bir sürü filmde yapılan bir şey. Bir tane senaryo var önünde ama zamanın kısıtlı. Diyorsun ki benim bunu 8 haftada çekmem lazım. O zaman iki kamera çalışayım. Bir tanesi o sahneyi çekerken bir tanesi de bu sahneyi çeksin daha kısa sürede çekelim. Yönetmen kontrolü başkasına verebileceğini hissettiği sahneleri ikinci ünite yönetmenine devrediyor. Diyor ki “sen ikinci kamerayı al, git şu sahneleri çek, ben o arada bu sahneleri çekeyim, böylece günden kazanalım.” İkinci ünite yönetmenliği başka ne gibi kolaylık sağlar sana? Mesela sen aksiyon daha önce çekmemişsin, çok iyi duygusal sahneler çekmiş bir yönetmensin, yapımcı diyor ki “ben senin bu aşk sahnesini çekmeni istiyorum ya da bu hüzünlü sahneyi çekmeni istiyorum, buna güveniyorum. Bu film böyle satacak, ama bu filmin içinde bir de kavga sahnesi var. Senin onu çekmene ben güvenmiyorum. Onun yerine bizim başka bir aksiyon yönetmeni var kavga sahnesi çeken. Çok da iyi çeker, o çeksin. Sen yine onu yönlendir ama o sahneyi o çeksin.” Ya da mesela filmin Hollanda’da çekilecek bir sahnesi var. Buradan yönetmenin gitmesi, orada ekip kurması zor veya pahalı bir iş. Yapımcı diyor ki “sen hiç uğraşma, biz buradan iki oyuncuyu götürelim oraya. Zaten çekim bir gün. Orada bir Hollandalı yönetmeni bulalım. O çeksin Hollanda sahnelerini.” Yani bu biraz ihtiyaçtan kaynaklanan bir şey. Hacivat da tahmin edersiniz çok yoğun temposu olan bir filmdi. Yüzlerce oyuncu, yüzlerce baş hayvan, çok zaman alan bir işti. Hacı işimizdi bizim. Şellale gibi.
FS: Şellale filmi için şöyle bir tanım yapıyorsunuz; “Semir Aslanyürek ile birlikte savaştı” Nereden geliyor bu tanım?
MŞ: Semir Hoca’yı çok severim. O filmle tanıştık. Bir sene gitmişler Antakya’ya. Orada bir takım aksilikler olmuş. İki gün, üç gün çekim yapıp paydos etmişler. Önümüzdeki sene ya da daha sonraki sene sorunları halledince geleceğiz. Sonra Ezel Akay, o zaman IFR’de genç yapımcı olarak çalışan Soda Film’in sahibi Yalçın’a diyor ki “sen bu işin altından kalkarsın. Git oraya ekibini kur bu filmi çek.” Yalçın da diyor ki “Şenöy sen gel.” Biz reklam çocuğuyuz. Ben daha o zaman reji asistanlığı yapıyorum, daha birinci asistanlık dahi yapmıyorum. “Burada para kazanıyoruz güzel güzel diyorum ama yok diyor seninle yapacağız illa.” Enis Özkul var şimdi Dinamo’nun ortağı, o zaman prodüksiyon amiriydi. O da katılıyor. Ezel de “senin gitmen lazım, hem senin için de iyi olur” diyor. Biz razı oluyoruz ve bizi bir şekilde oraya atıyorlar. Bir yandan benim de hoşuma gidiyor tabi, sinema işinde olmak. Harbiye ilçesinde çektik. Semir’in zaten orada çok akrabası var neredeyse herkesin soyadı Aslanyürek. Hayk Kirakosyan görüntü yönetmeni. Semir Hoca öyle bir yönetmendir ki, ben senaryolarına da kalemine de bayılırım onun ama sette her şeyi kontrol etmek ister, rüzgarı, yaprağı, her şeyi yani. Hayk’la konuşurduk o zaman. Her sabah çekimlere derinliği olan bir resimle başlıyoruz, sonra bir bakıyoruz duvarın önündeyiz. Halbuki ilk düşündüğümüz gibi çeksek çok daha güzel. Derinlik var arkada, hareket var, ışık var. Olay şöyle oluyor, mesela arkadan birileri geçiyor Semir, “dur bir dakika biraz bu tarafa gel” diyor. Derken derken bir bakıyorsun duvarın önündesin. Ama her şey kontrol altında. O yüzden çok kavga dövüş oldu, Hayk’la özellikle. Çok tatlı kavgalar tabi bunlar. Onlar zaten en iyi arkadaşlar, hala da öyledir. Onun dışında şartlar da zor. Hepimiz genciz, çoğumuzun ilk filmi, mesela İlksen Başarır da yanımıza geldi o günlerde. Onun da ilk seti diye hatırlıyorum. Böyle zor şartlarda bir araya gelir insanlar. Üstelik birbiriyle daha önce hiç görüşmemiş, belki daha sonra da görüşmeyecek kimseler dahi olsalar. Kostümcüsünden kamera asistanına dek böyle bir kenetlenme oldu. Ben ilk kez o filmde bunu hissettim ve hakikaten o kenetlenme sayesinde o film bitti. Yoksa biz yine geri dönerdik. Çünkü artık parayla pulla alakalı bir şey değildi bu. Tam olarak kaç hafta çektiğimizi hatırlamıyorum, orada gerçekten bir araya geldiğimizi hissettim. Çok büyük kavgalarımız oldu, hepimiz genciz, hepimizin egoları daha az törpülenmiş. Bir yandan onlar seni tetikliyor, bir yandan zor şartlarda hakikaten bazı şeyleri başarabiliyorsun. Mesela hatırlıyorum, ağladığım bir gün oldu. Bayağı hüngür hüngür. Her şeyi koştur koştur yaparsın film setinde. Özellikle her şeyi zamanında yapabilmek için koşturursun ve o gün biz o tepeye bayağı ağır silahlarımızla çıkmıştık ve fakat o köyü alamadık. Ertesi sabaha kaldı. Gerçekten savaşta gibisin. Tüm ekip sana inanıyor, güveniyor. “Evet Şenöy” diyorlar. “Bu sahneyi çekebiliriz” diyorlar, herkes bir şeyler taşıyor, hayvanlar gibi çalışıyoruz. O gün de, o köyde, o sahnenin üç planını çektik fakat battı güneş. Orada silüetleri görseniz, ben yere çökmüşüm, Hayk’a yalvarıyorum, “yapabiliriz, bir şeyler yap, diyaframı aç, daha mavi gökyüzü, sen yapabilirsin bunu diye.” “Hayır” dedi Hayk, “yarın sabah tekrar yaparız.” Bütün ekip Beşiktaş Trabzonspor maçının sonundaki Beşiktaşlı futbolcular gibi yıkıldı. Gerçekten o çok büyük bir moral bozukluğuydu. Önce kendini kaldırman lazım, ondan sonra da tüm ekibi kaldırman lazım. O sorumluluğu hissedersen olur. Orada ekip olduğumuzu herkes hissettiği için bir şey kötü gittiğinde hep bir ucundan tuttuk ve öyle bitti o film. O yüzden Şellale’de savaştık derim. Hacivat’da çalışanlara da biz “hacı” diyoruz mesela. Hacca gitmiş gibi, o da büyük bir şey. Vay sen de Hacivat setindensin diye konuşuruz.
FS: Türkiye’de sinema, yabancı sinema sektörünün doğruları yanlışları, sinemanın endüstri halini alması, sinema hiyerarşisi, görev tanımları, zaman ve iş programı, çekim-hazırlık ilişkisi, oyuncu yönetimi, hikaye anlatmak gibi konular üzerine kendinizi yetiştirdiğinizi söylüyorsunuz. Buradan yola çıkarak sinemamızın bugününü ve yarınını nasıl görüyorsunuz? Tespitleriniz nelerdir?
MŞ: Aslında bu ülke ülke ortaya çıkan ve ayrılan bir şey değil. Bizim Türkiye’de çok iyi ekipler var. Yurt dışından gelmiş insanlar var. Set Pozitif mesela. Her şeyi çok iyi yaparlar. Her şeyi bilirler, kim ne görev yapar, kendilerinin görevi nedir hepsini hazmetmişler. Kostümcüler, stilistler var kendini geliştiren. Sanat yönetmenleri var çok iyi. Gerçekten çok profesyonel çalışan hatta bazen gelen yabancılara iş öğreten ekipler var. Amerika’dan gelip bizi hala fesli zanneden, bir şeyden anlamadığımızı düşünenler zamanla dur bakalım bu adamlar bir şeyler biliyor demeye başlıyor. Dolayısıyla bizim bir eksiğimiz yok, ekipman anlamında da yok. Her şeyimiz var. Zaten yurt dışından da getirtebiliyorsun her şeyi. Mekanlarımız var en önemlisi, onlar bizi ayıran şeyler işte. Antalya’da yılın uzun bir zamanı güneş alıyoruz. Çok az kış oluyor orada. Reklam sektörü için de ideal. Avrupalılar da bunu söylüyor. Gelip burada bir şeyler çekmek istiyorlar ve gelip yapıyorlar da zaten. Hatta biz eskiden iş gücü olarak ucuzduk o yüzden gelirlerdi. Şimdi iyi yapıyoruz ve farklılıklarımız var diye geliyorlar. Görsel ve işitsel anlamda pozitif farklılıklarımız var. Bence bu iyi bir şey. Yani biz aslında buna sahibiz. Var böyle çalışan insanlar. Tabii ki ucuzu arayana kalifiye olmayan insanlar da var. Tüm dünyada böyle. İş geliyor yine paraya dayanıyor. Zaman ve para zaten asıl mesele.