Montgomery Clıft’in Gölgesinde: From Here to Eternıty ve 25th Hour

Travmayla Yüzleşme

Amerikan tarihi, toplumda travma yaratan savaşlarla, siyasi ve ekonomik krizlerle doludur. İç Savaş, Büyük Buhran, I. ve II. Dünya Savaşı, Lincoln ve Kennedy suikastları, Soğuk Savaş, Vietnam, 11 Eylül gibi olayların her biri toplumda derin yaralar açmış; kimi zaman saldırganlaşma, kimi zaman içe kapanma ve paranoyaklaşmayla sonuçlanan olgular yaratmış; toplumun, tedavisi uzun yıllar sürecek hastalıklara yakalanmasına neden olmuştur. Bireysel hastalıklarda olduğu gibi toplumsal rahatsızlıklarda da süreç odaklı belli tedaviler vardır ve tedavinin her aşaması, bir sonrakine temel olur. Tanı, tedavi ve sonuca giden yolda ilk aşama, tarihsel travmanın kendisiyle yüzleşmektir. Yüzleşmenin ise birçok yöntemi ve aracı vardır, sanat, özellikle edebiyat ve sinema, geniş kitlelere kolay ulaşabilmeleri nedeniyle yüzleşmede en sık başvurulan araçlar arasındadır.

Amerika’nın tarihsel travmaları içerisinde II. Dünya Savaşı’na girmelerine neden olan Pearl Harbour baskınının ve 21. yüzyıldaki dış ve iç politikalarında köklü değişimler yaratan 11 Eylül saldırılarının etkisi, diğerlerine göre daha farklıdır. Hem Pearl Harbour hem de 11 Eylül, beklenmedik anda, beklenmedik yerden geldikleri için şok etkisi yaratmış, coğrafi açıdan korunaklı yerde olan ABD’nin güvenlik duygusunu derinden sarsmıştır. Savaş ve terörle kendi toprakları üzerinde karşılaşan Amerikalıların bu olaylar karşısında “sağlıklı kalabilmesi” için ilan edilen seferberlikte yardıma ilk sinema koşmuş, kısa ve uzun vadede onlarca eserle travmanın etkilerini en aza indirmeye çalışmıştır. Tüm bu eserler arasında, birbirleriyle birçok ortak özellik barındıran, Pearl Harbour anlatısı From Here to Eternity (1953) ve 11 Eylül’ün yansımalarına dolaylı yoldan odaklanan 25th Hour‘un (2002) yeri farklı ve özeldir.

İki filmi kader ortağı yapan ilk husus, olaylar karşısında gösterdikleri reaksiyonlardır. İkisi de alışılan militarist filmlerin aksine, milliyetçilikten ve hamasetten uzak durup düşmandan ziyade kendi toplumuna, ülkesine odaklanmıştır. Suçu dışarıda aramak, yenilgiden bir kahramanlık destanı devşirmek, Amerika’yı yüceltmek yerine ağırbaşlı şekilde olayı karşılayan bu filmler, gösterdikleri olgunluk ve soğukkanlılık nedeniyle ayrıca takdir edilmesi gereken eserlerdir. Soğuk savaşın şiddetlenmeye başladığı yıllarda Pearl Harbour’u ele alıp da bunu propaganda aracı haline dönüştürmemek veya 11 Eylül’ün ardından Bush yönetiminin Doğu’da çıktığı cadı avına iştirak etmek yerine New York’un kendisine ağıt yakmak göründüğü kadar “kolay” gerçekleştirilecek işler değil. İşin propaganda boyutunun yanında ele aldıkları olayı sömürmemeleri, trajedileri sadece hikâyenin bir parçası olarak görmeleri de önemlidir. Mesela From Here to Eternity’de ne anlatıldığını bilmenize rağmen son bölüme kadar Pearl Harbour adasında ve bir savaşta olduğunuzu unutuyorsunuz; bambaşka hikâyeler sunan, ordunun işleyişine ve karakterler arasındaki ilişkilere odaklanan filmin bir noktasında aniden gökyüzünde Japon uçakları belirdiğinde Amerika ve karakterler kadar hazırlıksız yakalanıyorsunuz. 25th Hour’da her çeşit milletten insana ev sahipliği yapan New York’un bağrına saplanan uçakların açtığı yaraları, bir zamanlar müttefik addedilen, el ele yürünen kişilerden gelen saldırının kentteki insanlar arasında yarattığı güvensizliği ve tahribatı Monty’nin muhbir arayışında, sona doğru yuvarlanışını sorgulamasında ve kendi kendine sayıklamalarında görebiliyorsunuz. Her iki film de, karşılarındaki travmatik olayları olabilecek en doğru şekilde ele almış, insanları olayın uzun vadeli etkileriyle yüzleşmeye nazikçe davet etmiştir.

İsimlerin Laneti

Bir süre önce, çocuklarının ufak yaşta ölmesinden korkan bir aile tanımıştım; gerekçeleri ise, oğullarının taşıdığı isimdi. Babanın, Ali isminde, o doğmadan, henüz 8-9 yaşlarındayken yangında ölen bir kardeşi varmış. Ali’nin ölümünden sonra ailede doğan ilk erkeğe onun ismini vermişler fakat o da 12 yaşındayken bir kazada ölmüş. O dönem bir çocuğu olan baba da, ölen iki kardeşinin anısına oğluna Ali adını vermiş fakat yıllar geçtikçe kaderlerinin benzemesinden korkmaya başlamış. İki filmi birbirine bağlayan en önemli husus belki de çok başka yerde, bu aileninkine benzer şekilde, Montgomery Clift’in hayat öyküsündedir. From Here to Eternity’de kapanmayan travmalardan olan İç Savaş’ın önemli generallerinden Robert E. Lee’nin adını taşıyan er Prewitt’i canlandıran Montgomery Clift, filmdeki gibi, çok genç yaşta ölmüştür. 25th Hour’da Edward Norton’ın canlandırdığı Montgomery Brogan’ın annesi, Montgomery Clift’i çok sevdiği için oğluna bu ismi koymuştur. Monty’nin babası, filmin bir yerinde, Montgomery Clift’in erken ölümünden ötürü oğlunun da aynı kaderi paylaşmasından korktuğunu ve aslında bu ismi pek istemediğini dile getirmiştir. Belki de, babalar ve korkuları haklıdır; Monty’i hapse düşüren, Prewitt’i dost kurşunlarına dizdiren şey isimlerin her harfine sinen, onu nesilden nesle aktaran kaderdedir. Belki de, İç Savaş’ı, Pearl Harbour’u ve 11 Eylül’ü birbirine bağlayan, bu isimlerin taşıdığı lanet, kendini gerçekleştiren kehanetlerdir.

Kaçış

Bu iki “yıkım” filminin bir diğer ortak noktası da finallerindeki “farklılık”tır. Her iki film de finalinde, kendi travmasına, çağlarına özgü reçeteler yazmıştır. From Here to Eternity’nin son sahnesinde, Pearl Harbour baskını esnasında kışlada olmayan fakat arkadaşlarının yanına geri dönmeye çalışırken düşman sanılarak öldürülen Prewitt’in ardından anlatılan “sahte kahramanlık öyküsü”nü dinleriz. Japonlarla nasıl çarpıştığını, arkadaşlarına nasıl siper olduğunu… Belki de, gerçeği bilmesine rağmen geride kalanlara iyi gelecek bir kahramanlık öyküsüne inanmak isteyen, rivayeti gerçeğe yeğleyenlerin çağıdır 1950’ler. 25th Hour’un finalinde ise can yakıcı bir rüya vardır. Arabayla oğlunu yedi yıl kalacağı hapishaneye bırakmak için yola çıkan babanın ağzından, Monty’nin hapishaneye gitmek yerine Amerika’nın derinliklerinde izini kaybettirdiği, çoluk çocuğa karıştığı “hiç yaşanmamış” bir öyküyü dinleriz. Belki 2000’ler de gerçekten kaçışın çağıdır. Nefret ettiği her şeyin aynı zamanda kendisinin bir parçası olduğunu inkâr edenlerin, evlatlarını büyütürken aynı zamanda onları yok ettiklerini kabul etmeyen “devlet” babaların çağı.

Diğer Yazılar: Tanju Baran
Ara Pası
* Burning’i izlerken türünün zirvesi Barton Fink’ten (1991) Hitchcock’un Vertigo’su (1958) ve...
Devamını Okuyun
Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir