Türkan Derya’nın yönetmenliğini üstlendiğini, Yılmaz Erdoğan’ın başrolde olduğu KİN adlı film Netflix’teki seyircisiyle buluştu. Ahmet Mümtaz Taylan’ın da yer aldığı filmin konusu suç ve intikam üzerine!
Filmde, başarılarından dolayı ödül alan başkomiser Harun’un hiç beklemediği bir anda yaşadığı olayın ardından yaşadıkları anlatılıyor diyebiliriz. Hikâye iskeletinin, bu fikir üzerinden yapılandığını düşünmek isterdim. Fakat film, bir hikâye sunmadığı gibi seyirciyi kandırmanın ötesine de geçemiyor!
Evet, seyirci kandırılıyor. Filmin başında kutlama yemeğinden dönen Harun başkomiserin takside yaşadığı talihsiz olay sonrasında bir iç hesaplaşmaya gireceğini, ödül almış ahlaklı bir komiserin mesleğini kötüye kullanmasının kendi karakteriyle örtüşmesini izleyeceğini düşünüyor seyirci. Bunu düşünmekle kalmayıp filmin yarısından fazlasını cinayete sebep olan katil Harun’un nasıl bulunacağını ya da bulunamayacağını merak ediyoruz. Sinemada intikam kavramı oldukça fazla kullanılan bir hikâye anlatma metodu ancak bu film ne bir intikam hikâyesi ne de dramatik yapılara sahip bir hikâye! Kısacası geçer not alamayacak kadar kötü. Bazı detaylar ise sinir bozmaktan öteye geçmiyor.
Öncelikle merak ettiğim soru şu: Harun ekip arkadaşlarından ayrıldıktan sonra taksiyle nereye gidiyordu? Bu önemsiz görünen detay -ki belki de önemsizdir-, filmin birçok sahnesine özenilmediğinin işareti oldu benim için. Eğer bir karakterin yolculuğunu izliyorsak bu karakterle biraz bağ kurmamız gerekir. Aile yaşantısını, o gece nereye gittiğini, cinayeti işledikten sonra ne hissettiğini bir seyirci olarak anlayabilmek gerekir. Yıllarını adalete vermiş bir kişinin bir cinayet işledikten sonra hiçbir duygu değişimi yaşamaması oldukça ilginç ve kaçırılmış önemli bir eksiklik bana göre. Film, dramatik altyapısı olan bir hikâye üzerine odaklanan, delilleri karartan bir komiserin klişe hikâyesi olsaydı bin kat daha iyi olurdu diye düşünüyorum.
Ben bu filmi neden izliyorum hissi kırk dakikadan sonra baş göstermeye başlıyor. Filmin alt katmanını oluşturacak bir hikâye yok. Ulusal kanalda dört saat sürecek bir diziye konacak türde aşırı yüksek sesli müzik oldukça rahatsız edici. Müziği filme yedirme çabası gösterilmemiş; rahatsız edici bir müzikten oluşuyor film. Taksicinin cesedi vince nasıl asıldı? Emniyetin karşısındaki bir inşaata ceset asabilme eylemi nasıl kamera kayıtlarına geçmedi. Kadınlara yeterince imkân verildiğinde tek başına vince ceset asacak noktaya mı geliyoruz? Duygu Sarışın’dan başka kadın oyuncu yok muydu da 34 yaşında bir kadın 23 yaşında genç bir kızı canlandırıyor. 1987 doğumlu Duygu Sarışın, 1994 doğumlu Tuncay’ın küçük kız kardeşi nasıl olabiliyor? Bariz bir şekilde göz tırmalayan bu detaylar senaryo aşamasında karakterler düşünülürken nasıl gözden kaçabiliyor anlamıyorum. Cevat ve Gülendam aynı anda merkezden çıkıyorlar fakat Gülendam Cevat’ın arabasına bir şekilde bombayı bağlayabiliyor. Bir şekilde! Hadi diyelim ki Cevat havuzdayken yaptı tüm bunları, bir seyirci olarak inandırılmak zorunda değil miyiz? Neden her şeyi ‘‘He şöyle olmuştur, neyse tamam!’’ diyerek izleyelim ki?
Senaryo uyarlama bir hikâye de olsa beni en çok rahatsız eden Tuncay karakterinin saçma bir hırsla ve öfkeyle yaşamış olması! Ekranın içine girip ‘‘Baban senin yüzünden öldü, neden başkalarına suç atmaya çalışıyorsun!’’ demek isterdim. Hiç kimsenin de bu cümleyi Tuncay’a kurmaması oldukça yavan bir tat bırakıyor filmin sonunda. Elle tutulur hiçbir tarafı olmayan filmde tek sevdiğim detay, filmin afişi oldu. Kötü bir film deneyimiydi.