Get Out/ Kapan beyazların hala siyahların üzerinde tahakküm kurmaya çalıştığını gösteren ve bu gösterme işini, 1980-2000 arasında yaygın şekilde yapıldığı gibi sinema diliyle yapan, ve yine o dönemlerin tabiriyle, bir ‘zenci’ filmi. Filmin yönetmeni de bir zamanlar Amerika’da yaygın olan beyaz üstünlüğünü savunan ırkçılık söylemlerine yabancı olmayan, belki kendisi de buna maruz kalmış olan siyahi bir yönetmen Jordan Peele. Film ırkçılık karşıtı bir zenci filmi olsa da oyuncu kadrosuna baktığımızda daha çok beyazların yer aldığını görüyoruz. Baş karakterimiz siyahi olsa da öne çıkan rollerde de bu oran değişmiyor. Tabii bu oran filmin hikayesine de uygun; beyazların çoğunlukta olduğu bir dünyada ayakta kalmaya çalışan siyahiler.
Filmin hikayesine baktığımızda ise, ırkçılık üzerine yapılan her filmde olduğu gibi hikayemizin bir güney kasabasında geçtiğini görüyoruz. Üstelik kasabadan uzakta, doğanın içerisindeki bir çiftlik evinde gerçekleşiyor hikayenin ana örgüsü. Amerikan tarihine bakıldığında bu seçim elbette anlamlıdır; sonuçta ‘ırkçılık’ Afrika’dan zorla getirilmiş siyahi insanların, güneydeki geniş pamuk tarlalarının sahibi zengin beyazlar tarafından ‘köle’ olarak çalıştırılması ve bu isteklerinde ısrar etmeleri sonucu doğmuştur Amerika’da. Aynı kölelik sistemi her fırsatta Hollywood filmleriyle de önümüze sunulan Kuzey-Güney Savaşı’nın (Amerikan İç Savaşı) da sebeplerinden birisi olmuştur. Her ne kadar Kuzey Birlikleri savaşı kazansa da, köle siyahilerin durumu bu sefer de Amerikan toplumuna ırkçılık olarak yansıyacak ve 1960’ların sonuna kadar siyahlar ve beyazlar farklı yasalara tabii olacaklardır. Hatta bu sebeple neredeyse bütün Zombie filmleri Amerika’nın Güney eyaletlerinde veya onları hatırlatacak şekilde kırsalda geçer ve Zombieler ‘ırkçılık’ gibi toplumun sağlıklı bireylerini yerler. Bu açıdan bakıldığında filmdeki kasabanın ve evin güneyli tarzında olmaması düşünülemez zaten. Beyaz sevgilisinin ailesiyle tanışmak için onunla birlikte birkaç günlüğüne bu çiftlik evine gelen siyahi kahramanımızı (Chris) henüz çiftlik evinin bahçesindeyken boş bakışlı bir siyahi bahçıvan (Walter) karşılıyor. Kendisinin de zenci olmasından dolayı kız arkadaşı Rose’un ailesine temkinli yaklaşmaya çalışan Chris daha bu sahnede ilk tokadı yiyiyor yüzüne. Buna karşılık evin verandasında onları karşılayan baba (Dean), Chris’e çok sıcak davranıp ona zenci tarzında ‘Hey n’aber adamım’ diyerek sarılıyor. Ama yine de Chris gözlerini o boş bakışlı siyahi bahçıvandan ayıramıyor. Rose’un ailesi tipik bir güneyli zengin beyaz aile portresi çiziyor bu tanışma sırasında. Rose’un babası Chris’e evi gezdirirken bu sefer mutfakta yine boş bakışlı siyahi bir kadın görüyor Chris. Dean mutfak işlerine bakan bu kadını Georgina olarak tanıtıyor Chris’e ve Walter’la Georgina’yı anne-babasına bakması için işe aldığını ama onlar ölünce de gönlünün işlerine son vermeye razı olmadığı için evdeki başka işlerde çalışmaya devam ettiklerini söyleyerek bu iki zencinin evdeki varlık sebeplerini açıklar. Tabii bu Chris için yeterli olur mu, filmde görmek en iyisi.
Aslında bu noktadan sonra ortalama bir sinema izleyicisi filmde neler olabileceğini tahmin etmekte zorlanmayacaktır. Özellikle bu tanışma merasimi sırasında Rose’un annesinin bir hipnozcu olduğunu öğrendikten sonra. Eğer bir de buna Stepford Wives/ Stepford Kadınları filminin 1975 ve 2004 yeniden çevrimini de eklerseniz film karşınızda çözülüverecektir. Yönetmen de bunun farkında olacak ki, bu çözülme anındaki duyguyu metafiziksel olarak çok iyi yansıtmış ekrana. Ancak bu çözülme anında, ki bu sırada afişte gördüğümüz koltukta oturuyor, yaşadıkları da beyazların zencilere zulümlerini hatırlatmakla kalmıyor; bu koltuk ve sonrasında geçireceği bir takım işlemlerle elit beyazların kölesi olmaya hazırlanıyor. Burada önemli bir nokta da Rose’un ailesinin aynı zamanda ünlü bir fotoğrafçı da olan Chris’i kalabalık bir partiyle beyaz arkadaş grubuna tanıtmaları. Ancak bu tanışma partisi, partiden öte bir nitelik taşımaktadır. Çünkü parti sonunda Chris’in bir sebeple partiden ayrıldığı bir anda, Dean’in yönettiği bir açık arttırmaya şahit oluruz. Bu açık arttırmada satılan şey ise, tıpkı 18.-19.yy. köle pazarlarında olduğu gibi, Chris’in kendisidir. Onu satın alan kişinin kölesi yapılacaktır. Parti boyunca konukların onunla ilgilenmesi, kimisinin kaslarını yoklaması bu yüzdendir. Bu parti aslında, Afrika’dan zorla getirilen siyahilerin açık arttırma usulüyle satıldığı eski köle pazarlarının bir yansımasıdır.
Filmin afişi de bu konuda dikkat çekicidir. Filmin siyah-beyaz afişlerinden bir tanesinde önde Chris bir koltukta oturmakta, arkada ise afiş tam ortadan ikiye ayrılmış olarak sol tarafta siyah, sağ tarafta da beyaz olmak üzere siyah-beyaz bir fon yer almaktadır. Filmin adı siyah fonda beyaz renkte GET, beyaz fonda da siyah renkte OUT yazılarak verilmiştir. Elbette özellikle arkadaki siyah-beyaz fon Amerika’daki beyaz-zenci ırk ayrımına vurgu yaparken; buna karşılık renklerin eşit olarak dağılması da yönetmenin ‘aslında yok birbirimizden farkımız, hepimiz eşit yaratılmışız’ deme şekli olmalıdır. Siyah fonda beyaz, beyaz fonda siyah renkte yazı ise Ying-Yang’ı çağrıştırmakla birlikte her iki ırkın uyum içinde de yaşayabileceği söylemini vermektedir. Filmin bir diğer afişinde ise beyaz fon üzerine siyah yazı ve afişin tam ortasında da Chris’in yukarıya bakan (filmdeki düşüş sahnesine gönderme yapan) gözlerine odaklanmış, şerit şeklinde siyah-beyaz bir fotoğraf yer almaktadır. Bu afiş de, bilmem bilinçli midir bu benzetme ama, Mathieu Kassovitz’in ünlü filmi La Heine’nin (Protesto) afişiyle neredeyse aynıdır. Bu noktada her iki filmin ırkçılığa ve sosyal sınıf farklılığına göndermeler yapması da rastlantı olamaz.
Amerika’nın ‘kanayan yarası’ ırkçılık meselesine farklı bir senaryoyla yaklaşan Get Out, özellikle bazı sahnelerde çok iyi sinematografiye ve mükemmel müzik kullanımına sahip olsa da, neticede ‘beyazların hala siyahların üzerinde tahakküm kurmaya çalıştığını gösteren ve bu gösterme işini, 1980-2000 arasında yaygın şekilde yapıldığı gibi sinema diliyle yapan, ve yine o dönemlerin tabiriyle, bir ‘zenci’ filmi’ olmanın ötesine geçemiyor.