Akademi ödüllerinde en iyi film dahil toplam 6 dalda ödüle ve daha birçok festivalde çeşitli ödüllere aday olan Phantom Thread, Türkiye prömiyerini ise !f kapsamında yaparak seyirciyle buluştu. Amerikalı yönetmenler camiasında yeri biraz daha ‘’arthouse’’ diyebileceğimiz çizgiye yakın olan Paul Thomas Anderson’un son filmi 1950’lerin Londra’sında yüksek tabakaya ve onun çevresinde oluşan moda algısına kamerasını çeviriyor. Gerçek bir hikayeden uyarlanan filmde bir modacı olan Cyril Woodcock ve ailesi İngiltere’de kraliyet ailesinden jet sosyeteye kadar herkesi giydirerek İngiltere modasının merkezinde yer alıyor. Kendi deyimiyle müzmin bir bekar olan Cyril Woodcock’un hayatından kadınlar geçip giderken yolu güçlü, genç ve onun esin perisi olacak Alma ile kesişiyor ve hikaye de kıvılcımını buradan alıp ilerliyor.
Film dönemin İngiltere’sine kadrajını tutarken, aynı zamanda bir modacının tutkusunu, özellikle Radiohead’den tanıdığımız Johhny Greenwood’un da müziğini atmosfere nakış tutturarak ele alıyor. Filmde sert ve kuralcı karakter Cyril Woodcock çevresiyle arasına koyduğu mesafe, şehvetle bağlandığı Alma ile çatlamaya başlıyor. Cyril Woodcock’un bu kuralcı ve takıntılı yaşamıyla mücadele veremeyip kaçmasını beklediğimiz Alma, beklenenden güçlü çıkarak seyirciyi de ters köşe ediyor. Paul Thomas Anderson’u önemli bir yönetmen yapan etmenlerden biri de kuşkusuz Cyril Woodcock’u canlandıran Day-Lewis gibi usta bir oyuncuyu bir o kadar arka planda kalmış Vicky Krieps’e rol olarak emanet etmesi. Bu anlamda riskli bir kumar diyebileceğimiz oyuncu seçimi Anderson’a basamak atlatıyor.
Film bir modacı biyografisi altında iki karakterin çatışmasını ele alırken seyirciye yeni bir şey vaad ediyor mu? Bu sorunun cevabı ise maalesef olumsuz. Hikaye Anderson’un tekniksel işleyişiyle türünde bir öznelliği barındırsa da çift karakter merkezli bu ikircikli çatışma, özellikle Amerikan sinemasının merkeze aldığı bir tema olarak sayısız defa seyirci ile buluştu. Filmi bu noktada biraz daha ileriye taşıyacak unsurlar ise eksiklik barındırıyor. Bunlara karakter çizimlerini daha detaylı yapılmamasını örnek olarak gösterebiliriz. Cyril Woodcock’un nevrotik karakterinin ve müşkülpesent, sert, sorunlu takıntılarının altında bir ‘’anne’’ karakteri sorunsalını Alma ile tanıştıkları sahnede, ceketinin astarında ondan kalan eşyaları saklamasıyla hissediyoruz. Fakat bu sorunsal izleyiciyi filmin ilerleyen sürecinde terk edip, ana merkezine Alma ve Cyril çatışmasına alarak hikayeyi eritiyor. Bu da klasikleşmiş ve monoton bir işleyişten öteye gidemiyor. Alma karakterine de biraz daha değinecek olursak, güçlü kadın figürü kurgusal karakterlerde kendine güzel bir yer edineceğe benziyor. Alma, erkek etken bir yapı içerisinde edilgen olmama savaşı veren ve altında güçlü bir bağ ile bağlandığı Cyril Woodcock’a kendiyle yüzleşme fırsatını sunuyor.
Filmde Cyril Woodcock’un zehirlendiği sekansta gördüğü sanrılar ise karakterin ruh halini daha katmanlı hale getiriyor. Diğer yandan bu rüya sekansında ışık kullanımı, sekansa daha da nitelik kazandırıyor. Yakın planlar ve dönemin atmosferini yansıtan detaylarıyla geniş planlar, sahne hissiyatına ivme kazandıran ışık kullanımları yönetmenliği kadar, görüntü yönetmenliğinde de oturan Paul Thomas Anderson’u oldukça iddialı kılıyor.
Filmin akademi ödüllerinde ise en iyi film, en iyi yönetmen, en iyi erkek oyuncu, en iyi yardımcı kadın oyuncu, en iyi film müziği, en iyi kostüm tasarımına adaylığı bulunuyor.