İşe Yarar Bir Şey

İŞE YARAR BİR ŞEY ya da ‘başka türlü bir şey’

Filmde, kamera arkası görüntüleri hep dikkatimi çekmiştir. Hazırlık aşamasında teknik açıdan neler olduğundan öte; repliklerin bir avazda çıkıp çıkmadığını ya da oyuncuların ve yönetmenin nasıl etkileşimde bulunduğunu görmek isterim. Yani, oyuncunun kendiyle ilişkisini ve yönetmen-oyuncu ilişkisini merak ederim. ‘İşe yarar bir şey’ filminin kamera arkası görüntülerine de aynı gözle baktım. Dört kadının yemekli vagonda bir araya geldiği sahne özellikle önemliydi. Bu sahnenin kamera arkasına bir değinmek isterim.

Yemekli vagonda, Leyla ile Canan’ın yanına iki kadın gelir: Dilara ve Gülistan. Dilara, Canan’ın hemşire olduğunu öğrenince, ona bir soru sorar: ‘Senin elinde ölen oldu mu hiç?’. Kamera arkasında, Dilara’yı canlandıran Berfu Öngören’in ağzından çıkıverense şu cümledir: ‘Senin elinde patlayan oldu mu hiç?’. Gülüşürler. Filmin ele aldığı ‘ölüm’ teması, tam da budur aslında: ‘patladı patlayacak ölüme giden yolculuk’.

Zamanda yolculuk

Bir tren istasyonunda başlıyoruz filme. Leyla’yı görüyoruz ve babasının Leyla’ya emanet edeceği Canan’ı. Saati gösteriyor kameralar sonra. Ve ardından evlenecek bir çiftin fotoğraf ‘çerçevesini’ tutan Canan’ı… Tüm bu sahnelerin ışığında filme girerken, ‘Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nden şu cümleler geliyor aklıma:

“Saatin kendisi mekan, yürüyüşü zaman, ayarı insandır… Bu da gösterir ki, zaman ve mekan, insanla mevcuttur!”

Biz de bilinmeyen bir kadının zamanına emanet ediliyoruz Canan ile birlikte. İstemeden tuttuğumuz çerçevenin içinde, montajla silinmeyi bekliyoruz. Film daha en başında, bizlere düzlemsel bir zamandan, adım adım ilerleyen olayların çerçevesinden uzak bir senaryoyla karşılaşacağımızı müjdeliyor. Bu tren yolculuğu döngüsel bir zamanın içinde var oluyor. İlerleyen sahnelerde de zaten “öteye bakmaktansa sağına soluna bakmayı tercih eden” Leyla’yı dinliyoruz.

Filmin başlangıcının düzlemsel zamana yönelik eleştirisi, şair olduğunu öğreneceğimiz Leyla karakterinin dizelerinde de karşımıza çıkıyor. İlk kitabında Leyla şöyle diyor:

“ Beni çocukken bir fotoğraftan çağırdılar

Vardığımda hüzünlü bir genç kadındım”

Bir karganın yolculuğu

Karga o istasyonda fazla durmadı… Orası tehlikeliydi… Orası tehlikelerle doluydu… Huzursuz oldu… Tedirgin oldu. Tedirgin oldu. Karga o istasyonda fazla durmadı. Orası tehlikelerle doluydu. Tedirgin oldu. Kırmızı renkli eski vagonu terk edip… Solgun kırmızı renkli eski vagonu terk etti ve bir daha asla oraya geri dönmedi.

Leyla’nın kaleminden bu satırları dinlerken, hatta onunla birlikte yazma sürecine eşlik ederken düşünüyorum. Bir karganın tedirginliğini düşünüyorum. ‘Tarlaya dadanan kargalar’, ‘leş yiyen kargalar’, ‘ölüm getiren kargalar’, zihnimde dolanıp duruyor. Hani biz korkuyorduk kargalardan da kovalıyorduk onları? Sahi neden korkuyorduk ki bu kadar? Ölümü getireceğinden sorumlu tuttuğumuz kargaları, ölüm savar araçlarımızla kovalamaya çalışırken düşündük mü hiç asıl kovalamak istediğimiz şeyin zihnimize saplanan tehlike ve ölüm olduğunu? Bu noktada sözü Yavuz’a verelim:

Karga bir yerde tehlike gördüğü zaman oraya bir daha asla gelmezmiş! Nasıl da koruyorlar kendilerini!’.

Biz de korumaya çalışıyoruz kendimizi: bilinmeyenden, tekinsiz olandan, görülmeyenden… Ama tekinsiz olanı hep dışarıda arıyoruz ya da dışarıda denk geldiğimizi sanıyoruz. Oysa tekinsizlik tam da tanıdık olanla karşımıza çıkıyor. Yavuz, en sevdiği Hüseyin’den ölümü istiyor; Hüseyin de bu işi Canan’dan -tam da Canan ona sarılıp sakinleştirmeye çalışırken- . Tüm yakın ilişkilerde tekinsiz ölüm kol geziyor. Kim kimin Azrail’i olacak diye bekliyoruz. Bir hemşireden Azrail olmasını bekliyoruz, bir şairin sert kanunlarla çalışmasını ve işe yarayacak şeyin ölüm olmasını…

Kendini korumaya çalışan karga, bir sokak sanatçısının ellerine bırakıyor ilk kendini; eski bir vagonun üzerine resmedilirken ‘güvenlik’ tarafından kovalanıyor. Leyla hemen devrede; ‘Koş, koş!’ diyor. O an anlıyoruz sanki, Leyla’ya ilk eşlik edenin aslında bir karga olduğunu… Leyla’nın aslında bir karga olduğunu, ıssız sokakların duvarlarına yansıtıldığını, karanlıklara saklandığını…

‘Bu evde mi öleceksiniz?’

‘Evet!’

‘Yemek masası çok güzelmiş!’

‘Dedemden…’

‘Masanın altına saklanır mıydınız siz de?’

‘Tabii ki. Amcamlar her yemeğe geldiğinde… Oradan çıktığımdan 8 yaşındaydım.’

‘Öyle mi? Ben arada bir hâlâ giriyorum. Bu evde mi doğdunuz peki?’

‘Evet. Kürkçü dükkânına geri döndüm.’

Bütün hazların altına saklanan çocukların yuvası: yemek masası altları… Yemeklerin altı, bacakların altı… Tam bir gözetleme kulesi! Görünmekle görünmemek arasında gidip gelinen bir kuytu! Leyla da kendiyle konuşurken, nasıl saklandığını anlatıyor bizlere. Biz de ona, ışıkları gelip giden, bir görünüp bir kaybolunan tren yolculuğunda eşlik ediyoruz. Yeniden tanıdık ama tekinsiz bir nesneyle karşılaşıyoruz. Trene binmeye çalışan yaşlı bir adamın çuvalından yere elmalar düşüyor. Yasak meyveyi görüyor Leyla ama yemiyor. Turuncunun sıcaklığıyla başladığımız yolculuk, elmanın kırmızısıyla devam ediyor. Ama ne turuncuya ‘perdeleri kapatmadan’ bakılabiliyor ne de elmalar yenilebiliyor. Hep bir saklanma, hep bir tereddüt! O sırada Canan’ı görüyoruz trenin dışında, tereddütlü… Bir görünüp bir gözden kayboluyor ölüm meleği. Geri dönmek istiyor…

“Siz olsanız ne yapardınız?”

“Hep onu isteyecek! Ben olsam ne yapardım?!”

Belki burada seyirciye de soruluyor. Biz olsak ne yapardık? Herkes herkesin yerinde olabilse ne tepki verirdi olan bitene? Bir başkasının gözünden olaylara bakmaya çalışmak ve vereceği tepkiyi tasarlamak aslında iç dünyamızdaki ötekinin gözünden görmeye çalışmak değil midir? Ötekinin gözleri dışarıda değil ki… Tanıdık olanın bastırılıp ansızın bir yerde gün yüzüne çıkıvermesi asıl tekinsizliği yaratansa, öteki de bir o kadar tanıdık değil midir bizlere? Filmde birbirinin yerinde olsalar ne yapacakları üzerine sahneler ve replikler çokça var. Tren arıza yaptığında, bir kıraathanede Leyla ve Canan oturuyorlar ve tam o sırada bir milletvekili adayı geliyor. Tanıtıcı broşürleri dağıtırken Leyla rahatsız olup kalkmak istiyor. Sonraki sahnelerde, yirmi beş yıl sonra buluşan lise arkadaşlarından biri, bu milletvekiliyle kendisinin karşılaştığını ve elini sıkmak istemediği için tuvalete kaçtığını anlatıyor. Ve ardından ekliyor: ‘Leyla böyle bir durumda olsa ne yapardı acaba? Benim gibi tuvalete kaçmazdı herhalde… Elleriniz kirli beyefendi der ve yemeğini yemeye devam ederdi.’ Leyla’nın karanlık kuytusuna yapıştırılmaya çalışılan repliklerden yalnızca biri bu. Bilinmeyeni bilinir kılmaya çalışmanın çabası… Oysaki, Leyla’dan da tiksinmemiş miydi ileride doktor olacak lise arkadaşı? Sivilceli alnına öpücük kondurmamak için araya elini koymamış mıydı? Yaklaşılmaya korkulan kuytuya uzaktan bakmak bu yüzden mi acaba? Kirli, yapışkan, pis bir şeyler mi var karanlıkta? Hepimizin, farkında olmadan, kendi karanlık kuyusuna attığı bir şeyler var. Ama yokmuş gibi davranıyoruz. Oradan çıkan herhangi bir şey olursa da onu ‘Leyla’lara ithaf ediyoruz. Çünkü karanlık kargalara mahsus, bize değil…

“Etkileniyorsunuz ama yazmak için!”

“Başka türlü dayanamazdım!”

Yavuz’un da belirttiği üzere, Leyla olan bitenden ‘etkileniyor’ ama mağarasından çıkmadan, olan bitenin sadece yansımalarını görmek istiyor. O yansımaları alıyor ve dizelere döküyor. Yavuz’un evinde de ölümün yansımasını görmek istiyor Leyla. Yavuz’u görene kadar, zaten hep birilerinin yansımasında gördük onu: Canan’ın gözlerinde, trenin camlarında, bir sokak sanatçısının çizdiği kargada, onun kaçma telaşında, sokakta bir duvarın üzerindeki parçalanmış aynada, bir sarhoşun türküsünde, arabaya-kediye-insana-balığa benzetilen gölgelerde…  Şimdiyse, ölmek isteyen bir şairin kelimelerinde görüyoruz.  Ama burada belki de ilk defa, dışarıyı merak ediyor Leyla. Sadece ölümü değil, yaşamı da merak ediyor. Sözlerinin bir insana dokunabildiğini görüyor. “Öyle demek istemedim” diyor mesela Yavuz’a… Saklandığı fark edilince, ‘gözüne ışık tutulmuş tavşan’ gibi kalakalıyor. Belki de ilk defa ‘işe yarar bir şey’ yapıyor ve bir hemşireyi Azrail olmaktan kurtarıyor. Yirmi beş yıl sonra bir araya gelinen lise arkadaşları masasında, artık ‘hep hayatta kalmak isteyen, bir olmak isteyen’ sadece onlar değil. Leyla da hayatta kalmak istiyor… Filmin sonunda ‘bildiğimiz şeylerin taşında yalınayak gezinen’ Leyla’nın dizelerini dinliyoruz, tekinsizliğin kuytusunda çıplak gezinen Leyla’nın dizelerini… Ve bu dizeler bizi ‘başucumuzda bir bardak su gibi avutuyor’.

Diğer Yazılar: Tuğba Kocaefe
Sisler Evi
Sisler Evi (House of Sand and Fog) 2003 yapımı, Vadim Perelman yönetmenliğinde...
Devamını Okuyun
Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir