Her sene, seçkisiyle en geniş skalayı sunan sinema olayı Film Ekimi’nde bu sene 11 film izleme fırsatı buldum.
Öncelikle Cannes 2016’da Ken Loach’a ikinci Altın Palmiye’sini getiren ‘I Daniel Blake’, sonu dışında, meselesini dolaysız anlatan bir film. Hikayenin sonunu, Daniel’in tuvalete gittiği plandan sonra Katie’yi göstererek sonlandırsa daha cesur bir tercih yapmış olurdu kanımca. Daniel’in öldüğünü görmeseydik ve zaten tahmin ettiğimiz mahkeme sunumunu dinlemeseydik, bizim için olaylar daha dramatik bir hal almasaydı keşke. Zaten kendisi de zor durumdayken, diğerlerine babalık yapan, kişisel sosyal direnişini gerçekleştiren, dramatik bir hayat yaşıyor zira.
Toni Erdman’da ise, kızıyla yeniden iletişim kurmaya çalışan bir babanın yarattığı alternatif bir karakter var. Aynı zamanda yönetmenin, bir modern hayat taşlaması da söz konusu. Oyuncu-yönetmen ilişkisi konusunda iyi bir işbirliği var. Fakat yönetmen yine de filmi iki saatte bitirebilirmiş. Her sahnenin finale bir katkısı olsa da, biçimde bu sürenin altını dolduracak detaylar yoksa, filmi uzatmak pek anlamlı değil. Zira bir Bela Tarr filminde uzunluk, bu noktada içeriğe katkıda bulunuyor. Yine de, barındırdığı etnik içerikle bahsettiğim modern hayat taşlamasını uyumlu götürmesi sebebiyle özgün bir örnek.
Özgün içerik dediğimizde ise, Ah-ga-ssi’de Chan wook kesinlikle çığır açmış. Filmde, bir hırsızlık öyküsü ve aslında temelde yatanları izliyoruz. Fakat klasik bir Ocean’s hikayesinin aksine, metinden çok duygularla haşır neşiriz. Benim için tek problem, yönetmenin, finalde, işkence ve baskıya, eşcinselliğin tetikleyicisi anlamı yüklenmesi oldu. Çünkü filmin ortalarında, Kouzuki Amca’nın Lady Hideko’ya demir bilyeyle yaptığı işkence detayından sonra, filmin sonunda, ikilimiz kavuştuğunda, ilk yaptıkları fantezi yine bu demir bilye ile oluyor. Tonla seçilecek seks oyuncağı varken bunu seçmesi, yönetmenin, eşcinselliğin baskı sonucu oluşması gibi tehlikeli bir cümleyi filme koymuş olabileceği fikrini bende doğurdu. Sanat yönetimi ve görsellik ise, uzak doğu neo-şiirselliğinin son örneği.
Xavier Dolan’ın Its Only End Of The World’u, Mommy kadar iyi mi, bilmiyorum. Fakat iki detay var, bu da filmin kalitesini ortaya koyuyor kanımca. Birincisi, evin katlarını Louise’nin zihnine göre bölmüş olması. Özellikle Bodrum katı, Zizek’in Psycho eleştrisindeki gibi Id’i karşılıyor. Louise, en temel duygularını, hazlarını o kadar şiddetli hatırlıyor ki burada (yine çok başarılı optik numaralarla), geri dönmesi şok etkisi yaratıyor kendisinde. Bir de bazı an’lar yaratmış filmde Dolan. Bu an’larda (son zamanlarda gördüğüm en yenilikçi hareket), gereksiz uzun karşılıklı beklemeler veya slow motion müzik altı bakışmalar var. İzleyen, kendisini fazlasıyla o an’l arı anlamlandırmaya itiyor. Anlamaya çalışıyor neden böyle bir durum yaşandığını. Karakter hakkında yönetmenin verdiği bütün doneleri önüne seriyor, bildiği kadarıyla karakterin bütün hayatını düşünüyor. Ve bu daha önce yapılmamış bir özdeşleşmeyi sağlıyor. Yani biz ‘şuan ne yaşanıyor?’u düşünürken, aslında karakterle ciddi anlamda yakınlaşmalar yaşıyoruz. Sinemanın sanatsal kullanımı, video, biçim bu denli etkin kullanılır ancak.
The Net’te Kim Ki Duk, bana göre, bütün bir hikaye ile yola çıkmadığı, sadece bir fikirle filme başladığı için, karakterleri derinleştirememiş, karikatürize halden kurtaramamış kimseyi. Bu kullanmak istediği hicvin bir gereği ise de, temel de çok daha başarılı bir ‘öteki’ filmi yapabilirdi. Yeni öteki tanımı ve yabancı kavramını daha eşeleyebilirdi bana göre. Doğrusu, ondan beklenenin aksine bu konuda ‘Otobüs’ filmindeki gibi, karakter bazlı değil de toplumsal temelli ilerlemiş,.
Ozon, son filmi Frantz’da, kapatmadığı defterlerle yaşayamayan karakterler üzerinden kurmuş öyküyü. Özellikle iki karekterin (Anne ve Adrien) Manet’nin Le Suicide tablosuyla kurduğu ilişki filmin temel çatışmasını oluşturuyor. İntihar eğilimini, Frantz’ın, iki karakter üstünde oluşturduğu, farklı etkiler üzerinden inceliyor. Ozon, hem bu derin karakteristik araştırmasını, hem de kendine göre yenilikçi biçimini fazlasıyla başarılı kotarmış. Sinematografisi genelde donuk, kuru renkler olan Ozon’un siyah-beyaz çerçeveleri de son derece başarılı.
Thomas Vinterberg’ün Kollektiveti’nde, pek de alışık olunmayan bir aile var. Kendilerine miras kalan evde, masrafları karşılayamadıkları için başka bir grup ile yaşamaya başlarlar. Komün hayatına özlemlerin ve güzellemelerin sıkça dile getirildiği şu günler için, fazlasıyla objektif bir perspektif getirmiş yönetmen. Öncelikle aile içi bütün çatışmalar, ev içi çatışmalara sıçrıyor. Bu aslında yazım anlamında senaryoda çok avantajlı ve olgun bir durum. Bunu da çok başarılı kullandığını düşünüyorum. Karakterleri çeşitlemiş ve detaylandırmış. Fakat yine de The Hunt’taki o ince detaycılık bu filmde yok. Bana göre o, gerçekten başka bir film. Fakat, The Commune de, karakterlerin yaşadığı ikilemlerin tutarlılığı açısından, aynı teraziye konulabilecek bir film.
Kesinlikle Jim Jarmusch’un en iyi filmi değil Paterson. Fakat tam bir Jarmusch mizahı var bu filmde. Paterson’da bir otobüs şoförü olan Paterson, şiir yazmaktadır. Fakat tamamen karikatürize bir ilişki yaşadığı karısı, bu şiirlerini kopyalaması ve yayması gerektiğini söyler film boyu. Bunu hep erteleyen Paterson’ın köpeği, dünya adına, bu büyük problemi çözüyor. Episodik sahne geçişleri, diyaloglar ve mekan tasvirleri tamamen Jarmusch estetiğinde. Hayatın monoton işleyen hali ve bunun komedisi temel çatışması filmin.
Busanhaeng, son zamanlarda fazlasıyla özlemini duyduğumuz zombi distopyasını sonuna kadar veriyor. Sınıfsal çıkarımlardaki o uzak doğu abartısı ve karakterlerdeki bireyselciliğin aksine takım olma hali ile, Hollywood örneklerinin dışında bir seyri varken, hızından asla ödün vermemiş. Çok eğlenceliydi!
Moartea Domnului Lãzãrescu ile bildiğimiz, Romen Cristi Puiu’nun son filmi ‘Sieranevada’ muhtemelen izlediğim en özgün filmdi. Sıradan bir akraba buluşmasında, sürekli devinen karakterlerin tam ortasında duran kameradan bir Romanya profili gözlemliyoruz. Muhtemelen toplam 15-20 uzun plandan oluşan film bize bir aile büyüğünün ölümünün birinci yıl dönümünde oğlu, eşi, kızı, gelini, damadı, torunu bütün ailenin papazın gelmesini ve bu süreçte yaşadıklarını gösteriyor. Film boyu, ritüelin ne demek olduğunu, aile ilişkilerinin bağlayıcılığını, politize tartışmaların argümanlarını sorguluyoruz. Üstelik bunu bize bir ders verir gibi değil, yaşatarak gösteriyor yönetmen. Bu noktada; sinemacının kamerasını koyduğu yerin, politik bir tercih olduğu meselesine önemli örnek teşkil eden bir film. Henüz izleyemediğim Mısır yapımı ‘Eshtebak’ ile birlikte ele alınabilir. Eve girip çıkan herkes gibi biz de şans eseri ya da zorunlu olarak ordayızdır.
Forushande için, Asghar Farhadi’yi ele aldığımızda, onu yalnızca bir ‘filmmaker’ olarak ele almak yetersiz kalıyor. Film yaparken yarattığı dünya, karakterlerin tutarlılıkları, fikrinin ve nev-i şahsına münhasır zikrinin birbirini destekler hali, mizahı ve yazımı, muhteşem bir uyum içerisinde. Her filmi başladığında, sahnelerin içinde o kadar kaybolup gidiyorsunuz ki, sizi hiçbir detay rahatsız etmiyor. Bu filmde de yine, o kadar ince görüyor ki, ilk dakika sizi bir anda sona sürüklüyor. İçinde umut duygusunu hiç kaybetmeyen bu adam, her filminde olduğu gibi, hikayenin sonunu bir yere bağlasa da, öyküyü bitirmiyor. Hayat ve ilişkiler, o kadar buzla kaplanmış ki ona göre, öylesine donmuş ki, bu buzuldan duvar çatlayıveriyor her filminin başında. Çok sıradan, hayatın içinde yaşanan bir çatlamadan sonra, buzuldan içeriye doğru girmeye başlıyoruz. O duvarın altındaki ‘gerçek biz’i gösterip, geri çıkarıyor tekrar. Sonra da bırakıyor orda tek başımıza.