ONLAR İÇİN SAVAŞ ASLINDA HİÇ BİTMEDİ. EVLERİNDE SAVAŞMAYA DEVAM ETTİLER
Fences efsanevi oyuncu Denzel Washington’un yönetmenliğini yapıp aynı zamanda başrolünü de üstlendiği bir film. Senaryo ise aynı adlı romanın yazarı August Wilson’a ait. Fences, Washington’un üçüncü uzun metraj yönetmenlik deneyimi. Ancak Fences’te gerçekten usta bir yönetmen olduğunu hissettirecek seçimler mevcut. Bazı kamera açıları özellikle buna önemli bir örnek teşkil ediyor.
KONUSU
Film, İkinci Dünya Savaşı biteli minimum 5 sene olmuşken, 1950’lerin Pittsburgh’unda geçen dokunaklı bir öyküyü konu ediniyor. Eski bir beyzbol oyuncusu olan Troy Maxon’ın sade gibi görünmesine rağmen gerilimle ve durdurak bilmeyen hareketlilikle geçen hayatını anlatıyor.
Yazının buradan sonrası filmi izlemeyenler için spoiler içermektedir.
ANALİZ
Troy Maxon savaşta aktif olarak görev almış, abisi Gabriel (Gabbie)’ın ciddi şekilde yaralanarak beyninde sorunlar yaşaması nedeniyle ailesine ve özellikle Gabbie’ye bakmak zorunda olan birisi. Geçmişte hayli iyi bir beyzbol oyuncusu olmasının yanı sıra Afro-Amerikalı olmasının spor kariyerine mal olduğunu, etnik kimliği yüzünden kariyerinin erken bittiğini düşünüyor. Bunun yanı sıra nefret ettiği ama akıbetini bilmediğimiz bir babası da var. Ondan da geçmişte görmüş olduğu şiddet var, bunu ailesine mümkün mertebe yansıtmamaya çalışşa da başaramıyor.
Troy’un eşi Rose Maxon ise tam anlamıyla kendi hayatını yaşayamamış, tüm herşeyini Troy’a göre ayarlayarak kendisini ertelemiş, fedakarlığıyla ön plana çıkan bir kadın. Troy’un alkol bağımlılığı, savaş yüzünden zihinsel anlamda gerilik yaşayan abisi Gabbie’ye yemekler yapması ve ergen oğlu Cory’ye arka çıkmasıyla aslında ailede baba görevi de görmekte olan bir karakter.
Fences sosyolojik yönü ciddi anlamda çok güçlü diyebileceğimiz bir film, aslında o dönemin Amerika panaromasını da bize sunuyor. 1950’ler, dünyanın şimdiye kadar gördüğü en büyük ve yıkıcı savaş yeni bitmiş. Eşlerini, sözüm ona ‘erkeklerini’ bekleyen kadınların bekleyişi bitmiş, savaştan travmayla çıkmış olan ‘erkekler’ içinse evlerine döndüklerinde aslında bitmemiş yeni bir savaş başlıyor. Maddi manevi anlamda verilen kayıpların yanı sıra savaşın kendilerine şahitlik ettirdiği onlarca durumun acısını alkolle, uyuşturucuyla, şiddetle vb. şeylerle çözmeye çalışan milyonlarca erkekten sadece birisi Troy. Bunu yaparken de elbette bencilliği ve bireyciliği hat safhaya çıkıyor, eşi Rose’un yaşadığı zorlukları ve fedakarlıkları gözü görmüyor. Oğlu Cory’ye ise sürekli nefret ettiği kendi babası gibi olmamak için nasihatler veriyor ama ona, belki de kaderinden kaçamadığı için, tıpkı babası gibi davranıyor.
Ancak Troy’un aslında hem bir sırrı hem de daha büyük bir derdi de var. Sırrı başka bir kadınla ilişki yaşıyor olması ve aynı zamanda baba olmak üzere oluşu. Derdi ise aslında yukarıdakiyle, yani yukarıda olduğuna inandığı Tanrı’yla. Filmin birçok sahnesinde yukarıya bakarak yalvarmadığı, tam tersine bağırıp çağırdığı, isyan ettiği bir Tanrı’sı var ve bu sahnelerde evinin etrafına döşemiş olduğu çitlerden de bahsediyor. Aslında filme de adını vermiş olan çitler tamamen metafor olarak filmde rol çalıyorlar. Çitlerle çevrili evleri Troy’un aslında yeni savaş alanı, bitmeyen, bitmek bilmeyen bir savaş. Belki cephe gibi değil ama daha farklı, bitecek gibi de durmayan bir savaş aslında.
Kimi yerlerde sporculuğu döneminde kullandığı beyzbol sopasını alıyor ve etrafına, adeta değirmenlerle savaşan Don Kişot misali savurmaya başlıyor, Sheakespeare’yen bağırışlarıyla Tanrı’ya kızıyor ve yaşadığı hayatın adaletsizliğini devamlı deklare ediyor hem seyircilere hem de bir nevi dönemin Amerikan halkına.
Finale doğru geldiğimizde ise 60’lı yıllara geldiğimizi görüyoruz, Troy zamansızca vefat etmiş, Gabbie akıl hastanesinden eve gelmeye devam ediyor, Cory Vietnam’da savaşıp evine dönmüş, Rose ise evi yine çekip çeviriyor, Troy’un ölmüş olan sevgilisinin çocuğunu da büyütmekle meşgul. Evin duvarlarında ise Martin Luther King & JFK tabloları asılı. Yani gördüğümüz üzere yine bir asker ‘erkek’, yine fedakar, hayatını tek bir insana, ‘erkeğine’ ve evine adayan kadınlar. İçinde yaşayışı, yaşaması değişmeyen AMERİKA.
Fences tüm bunları pornografik bir duygusallığa vardırmadan, rahatsız etmeyen metaforlar, minimal bir senaryo ve incelikli, sade sinema diliyle kusursuz bir şekilde anlatıyor. Seyirciye de aslında onlarca hayat dersi ve en önemlisi de karar verme konusunda cesur olmayı nasihat ediyor.