Fantasy Filmfest, 1987’den beri eylül aylarında Almanya’nın farklı şehirlerinde düzenlenen, korku – gerilim – bilim kurgu başta olmak üzere tür filmlerinin gösterildiği uluslararası bir film festivalidir. Komite aynı zamanda 2015 yılından beri White Nights adı altında mini bir festival de düzenlemektedir. 3 gün süren ve 11 filmin gösterildiği bu seneki programdan 3 filmi sizler için değerlendirdik.
Presence (Varlık)

Presence için festivaldeki en prestijli film demek yanlış olmaz. Zira yönetmen koltuğunda Ocean’s üçlemesi ile tanınan ve son dönemde üretkenliğini hiç kaybetmeden deneysel işlere imza atan Steven Soderbergh oturuyor. Yönetmenin bu filmde de yeni bir şeyler denemekten kaçmadığını görüyoruz çünkü Presence tamamıyla evdeki bir “varlığın” (ruh veya hayalet de diyebiliriz) gözünden çekilmiş. Lakin bunu yaparken yönetmen; gerçek zamanlı bir anlatı tercih etmekten ziyade, filmi kısa sekanslara bölmüş ve daha uzun zaman diliminde geçen bir hikaye anlatmayı seçmiş. Sık sık zaman atlaması yapan filmin akıcılık konusunda sınıfta kaldığını düşünüyorum.
Presence, 4 kişilik çekirdek bir ailenin yeni bir eve taşınması ile başlıyor. Ailenin kızı Chloe, uyuşturucu kullanan iki arkadaşını aşırı dozdan dolayı kaybetmiş, bu sebeple de zor bir dönemden geçiyor. Yaşadığı bu travmatik olaydan dolayı da öteki dünya ile bizi ayıran kapı onun için aralanmış – yani film bunu bu şekilde açıklıyor. Presence, tercih ettiği bu açıklamanın yanı sıra evin ele geçirildiği veya Chloe’nin bir psişik olduğu yönünde kabullenişlere de girmiyor. Bu sebeple filmin klasik bir perili ev temalı korku filminden ziyade, melankolik bir drama olduğunu söyleyebiliriz.
Korku sinemasında olayları katilin gözünden izlemeye alışkınız, Presence bunu hayaletin gözüne taşıyarak yenilikçi bir adım atıyor. Lakin filmin kesinlikle bir korku filmi beklentisi olmadan izlenmesi gerekiyor, aksi halde beklediğinizi bulamayacaksınız. Ayrıca filmin çözüm bölümünde senaryo açısından kolaya kaçıldığını düşünüyorum, final oldukça tahmin edilebilir ve bir o kadar da derinliksiz. Presence’ın Türkiye’de 14 Şubat’ta vizyona girmesi bekleniyor.
The Surfer (Sörfçü)

Başrolünde son dönemde popülerliğini yeniden kazanmakta olan Nicolas Cage’in yer aldığı The Surfer’ın yönetmen koltuğunda Amerikan rüyası olarak nitelendirilebilecek bir aile yaşantısını kabusvari bir şekilde yapıbozumuna uğratan Vivarium ile radarımıza giren Lorcan Finnegan var.
İsimsiz sörfçümüz çocukluğunun geçtiği sahilde bir ev almak ve hayatının kalanını sörf yaparak geçirmek istemektedir. Bunun için Amerika’dan Avustralya’ya geri dönen sörfçü; sahile geldiğinde bölgenin bir sörf çetesi tarafından ele geçirildiğini, bu çetenin diğer insanların sörf yapmasına izin vermediğini ve hatta onlara zulüm ettiğini görür. Orada sörf yapmayı takıntı haline getiren sörfçü, her şeyini tek tek kaybetmeyi göze alarak çeteye karşı büyük bir mücadeleye girişir.
Finnegan’ın bu filmde değindiği toplumsal konuların önceki işlerinden daha büyük çaplı olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü bir yabancı veya yeni gelen olarak topluluk tarafından kabul görmek konusunu çok farklı perspektiflerden yorumlamak mümkün. Ben şahsen içinde bulunduğum taşınma ve adaptasyon sürecinden dolayı filmi oldukça içselleştirdim. Ama yeni bir sosyal çevreye girme mücadelesi veren herkesin makro veya mikro boyutlarda bu film ile bağ kuracağını düşünüyorum. The Surfer’ın 21 Mart’ta Türkiye’de vizyona girmesi bekleniyor.
Dead Talents Society

Dead Talents Society, festivaldeki gösteriminde sunulurken Letterboxd’de geçen senenin en yüksek puanlı korku filmi olarak tanıtıldı. Bu bilginin ışığında, her ne kadar festivaldeki her yapımı izlemesem de, biraz da önyargı ve filmi aşırı beğenmiş olmanın yarattığı motivasyonla, Dead Talents Society’nin festivaldeki en iyi film olduğunu söyleyebilirim. Tayvan yapımı bu korku – komedinin yönetmen koltuğunda John Hsu oturuyor.
Dead Talents Society, ruhların insanları korkutarak “Şehir Efsanesi” olarak ün kazandıkları, efsane olan bu ruhların da her sene bir ödül töreni ile ödüllendirikleri absürt bir evrende geçiyor. Çaylağımız, ölümünün üzerinden zaman geçtikçe yaşayanlar tarafından hatırlanması azaldığı için yok olma tehlikesi ile karşı karşıya kalır ve bunu engellemesinin tek yolu insanları etkili bir şekilde korkutarak hatıralarda kalıcı olmaktır. Vahşi bir şekilde ölmeyen veya öldürülmeyen çaylak için bunu başarmak hiç kolay olmayacaktır ama arkasında Tayvan’ın en korkutucu şehir efsanelerinden birini yaratmış olan Catherine vardır.
Dead Talents Society gerçekten son zamanlarda izlediğim en yaratıcı işlerden biri. Yarattığı evren oldukça eğlenceli, potansiyelini tamamıyla da kullanıyor. Yaratılan evrende yapılan şakalar ve oluşturulan gülünç durumlar seyircide son derece karşılık buluyor. Bunun yanı sıra, “iyi bir korkutmada zamanlama çok önemlidir” mottosunu sık sık tekrarlayan film korkutucu olması gereken yerlerde de görevini başarıyla tamamlıyor. Hatta bunlara ek olarak, zaman zaman gözlerinizi dolduracak şekilde bir coming-of-age hikayesi de sunuyor. Bütün bu farklı duygulara hitap eden türleri bünyesinde kusursuz şekilde dengeleyen film, mükemmel bir senaryo matematiği ve yaratıcılık örneği. Dead Talents Society için henüz bir vizyon tarihi belirlenmiş değil ama ilk fırsatta izlemenizi kesinlikle tavsiye ederim.