The Exorcist: Believer – Seri Üretim Şeytan Filmi
The Exorcist (Şeytan, 1973), her ne kadar zamansız bir klasik olsa da çıktığı dönemi göz önünde bulundurduğumuzda kültürel konumunu daha iyi anlayabileceğimiz bir eserdir. İkinci Dünya Savaşı ve Vietnam Savaşı’nın medyadaki yansımalarının tetiklediği karşıt kültür hareketi, gençlerin yıllardır kendilerine dayatılan kilise ve aile kavramlarından uzaklaşıp saykodelik maddelere ve cinsel özgürlüğe doğru yönelmelerine sebep olmuştur. Kendi çocuklarının da “şeytanın kültürü” diyebilecekleri muhafazakar değerleri hiçe sayan bu kültür tarafından ele geçirilebileceği kaygısı; The Exorcist’in, sadece hikayesiyle bile, o dönemin toplumu için ne kadar korkutucu olabileceğini günümüzden anlamlandırmamızı sağlar.
The Exorcist: Believer (Exorcist: İnançlı, 2023) ise günümüz toplumundaki herhangi bir korkuyu yansıtmayan, orijinal filmin sayısız filmi etkilemiş ikonografisini yer yer kötü yorumlayan bir devam filmi maalesef. David Gordon Green ve Blumhouse ekibi; son Halloween üçlemesinde, tek filmde aktarabilecekleri bir karşılaşmayı, muhtemelen daha fazla para kazanmak umuduyla, bir üçleme ile aktarmış; bunu yaparken de serinin ruhuna uygun olmayan sahnelerle ve kararlarla ekran süresini doldurmuşlardı. Bu açıdan bakıldığında The Exorcist: Believer da yeni devam filmleri için seyircinin nabzını yoklama denemesi olarak görülebilir.
Film, ailelerine yalan söyleyerek bir seans gerçekleştirmek üzere ormana giden iki kızın ortadan kaybolmalarını ve 3 gün sonra hiçbir şey hatırlamayarak, vücutlarında yara izleri ile geriye dönmelerini anlatıyor. Yaşananları din veya kuşkuculuk ile farklı şekillerde açıklamaya çalışan aileler, kızlarının içine bir şeytanın girdiğini kabul ettiklerinde eskiden bunu yaşamış bir annenin ve kilisenin yardımına muhtaç kalıyorlar ve inançlarıyla bu şeytanı yenmeye çalışıyorlar.
Yazının bu kısmından sonrasında filmle ilgili sürpriz bozan detaylara yer verilecektir.
The Exorcist, hem çok başarılı ve korkutucu hem de çok ikonik bir film. Fakat bu özellikleri ona katan sahnelerin birebir örtüştüğünü söylemenin pek doğru olmayacağını düşünüyorum. The Exorcist yatağa bağlanmış ele geçirilen beden tasviriyle ve finalde yatağın havalandığı, eşyaların uçtuğu exorcism sahnesiyle halen sayısız filmi beslemeye devam eden bir ikonografi yaratmıştır. Fakat filmin korkutuculuğu bununla ya da yukarıda bahsettiğim “ele geçirilen gençlik” histerisinden ibaret değildir. The Exorcist bir çaresizlik hikayesidir. Kızının sergilediği tuhaf davranışları ve bizzat tanık olduğu birtakım fenomenleri tıbbın bilgisi ışığında anlamlandırmaya çalışan bir annenin hikayesidir. Ekranın güvenli tarafından olan bizler için kızın içine bir şeytan girdiği çok açıktır fakat filmde din öğretiler ve doğaüstü fenomenler, ancak bilimin rehberliği sona erdiğinde başvurulan açıklamalardır.
The Exorcist çatışmasını şeytan ve pederler arasında kursa da filmin özündeki asıl çatışma din ve bilim (bunu kuşkuculuk ve inançsızlık olarak da yorumlayabiliriz) arasındadır. Bu çatışma da en açık şekliyle, aynı zamanda bir psikiyatrist olan ve exorcismi çağdışı gören, yaşadığı kayıplar sebebiyle inancını sorgulamaya başlayan Peder Karras üzerinde gerçekleşir. The Exorcist: Believer ise bu çatışmayı tek karakter yerine iki farklı aile üzerinde gerçekleştiriyor. Angela’nın babası Victor eşini kaybedince inancını da kaybetmiştir. Bu yönüyle Peder Karras’a benzerken tek ebeveyn olması yönüyle de Chris MacNeil ile benzerlik gösterir. Katherine’in ailesi ise 3 çocuklu, kalabalık, kargaşanın hakim olduğu ve kiliseye oldukça bağlı bir ailedir. Ailelerin farklılıkları, inancın yanı sıra aile büyüklükleri ve yaşam tarzları ile de belirginleşir ve finalde iki kızdan sadece birinin hayatta kalması gerektiği noktada zirveye taşınır.
İki filmde de inanç ve inançsızlık mücadelesi ne kadar diri tutulsa da en nihayetinde kurbanın bedenini ele geçiren bir şeytan vardır ve bu şeytandan kurtulmak da dini (ve doğaüstü) öğretiler ile olacaktır. The Exorcist, bu kurtuluşu iki peder ve tamamen Katolik ögelerle sağlamaya çalışsa da şeytan kovulamamış, Peder Karras sevginin gücüyle şeytanı kendi bedenine alarak intihar etmiştir. The Exorcist: Believer ise finalde daha birleştirici bir yol hedefliyor. Dinin aslında komşularımızla bir araya gelmemizi ve birbirimizin sorunlarına çözüm olmamızı sağlayan bir kavram olduğunu söyleyen film, kızların ailelerinin ve komşularının bir araya gelip herkesin kendi bildiği şekliyle dua ederek şeytanı kovmaya çalıştıkları bir ritüel sunuyor. Bu ritüelde Katolik aileye, rahibe olmaktan son aşamada vazgeçmiş komşuya ve inançsız babaya, rootwork (siyahi Amerikalıların kara büyüsü) pratiklerini uygulayan bir karakter de ekleniyor fakat bu karakter hikayenin gelişimine herhangi bir katkı sağlamıyor. Zafer (?) inançsız babanın inanca dönmesiyle değil, inançlı ailenin kendi kızlarını kurtarmak için bencillik gösterip cezalandırılması ile kazanılıyor.
İlk filmden 50 yıl sonra gösterime giren bir filmden bilim ve din çatışmasında benzer tarafı tutmasını beklemek aslında pek de gerçekçi olmayacaktır. Fakat The Exorcist: Believer’ın akılda kalıcı olmak için orijinali kadar iyi, hatta yer yer daha iyi olması gereken bir konu var: Şok değeri. The Exorcist, hastanede geçen kanlı operasyon sahneleri ile mide bulandırırken merdiven sahnesiyle seyircileri hayrete düşürmüş, haç ile yapılan mastürbasyon/yaralama sahnesi ile de büyük dikkat çekmiştir. Günümüz imkanları düşünüldüğünde bunların üstüne çıkabilecek derecede rahatsız edici, mide bulandırıcı veya radikal sekanslar çekilebileceğini düşünüyorum. Bu sahneler, ilk filmin kültürel etkisine yakışan bir ivme yakalayabilir; kolektif hafızada kalıcılığına pozitif etki edebilirdi.
Peki bu şok değeri yerine David Gordon Green bize ne sunuyor? Bir önceki filmi Halloween Ends’te olayların yaşandığı Cadılar Bayramı gecesi gelene kadar seyircisini korna ve benzeri ani ses efektleriyle korkutmayı seçen Green, bu filmde de aynı “ucuz” taktiği izliyor. Zira filmin ilk çeyreğindeki korku ögeleri, kornalar ve köpek havlamalarından ibaret. Daha sonrasında da korkutuculuğunu filmin akışından bağımsız, sadece filmi izleyen seyirci olarak bizim görebildiğimiz jumpscareler ile sağlıyor. 25. kare tekniğinden hallice olan bu anlar senaryo tembelliğinin en saf örneği olarak karşımıza çıkıyor. Oysa filmin rastgele jumpscarelere değil, sakin gelişen şok değerine ihtiyacı vardı.
Filmin en büyük hayal kırıklığı ise Chris MacNeil karakterini kullan(a)mamasında yaşanıyor. Green’in Halloween üçlemesindeki en başarılı taraf, ilk filmde katilin elinden kurtulmuş bir liseli olan Laurie Strode’u yıllarca intikam için hazırlanmış bir savaşçı haline getiren karakter gelişimiydi. Chris MacNeil’in düşmanı Michael Myers kadar somut olmadığından Chris takıntılı bir exorcism uzmanı olarak geliştirilmiş. Karakterin ortaya çıktığı sahne çok iyi kurgulanmış, ilk filmin unutulmaz müziğiyle harika bir hayran servisi olarak sunulmuş. Fakat karakterin çok kısa süre içerisinde etkisiz hale getirilip geri kalan süresini hastanede geçirmesi, senaryonun karakteri olay örgüsüne dahil edebilecek kadar geliştirilmediğini düşündürüyor.
The Exorcist: Believer neredeyse her açıdan tembel. Tek karakterin yaşaması gereken sorgulayışları farklı karakterlere bölen, dahil edemediği karakterleri harcayan, bazen de sadece farklı yüzeysel amaçlarla dahil edilmesi gereken karakterleri anlamsızca sahneye yerleştiren, pratik efektler yerine ucuz korku numaralarına başvuran, hatta diyalog yerine gerçeklikten uzak şekilde monologlarla ilerleyen bir film. Korkutucu birkaç sahnesi mevcut, ilk filmden özümseyip doğru uygulamaya çalıştığı yerler de var fakat hiçbiri filmin klasik korku filmlerini yeniden canlandırma furyasındaki iyi örneklerden biri olmasını sağlayacak kadar yeterli değil ne yazık ki.