Önceki birkaç Fikrisinema yazımda Hollywood’da günümüzde egemen olan zihniyeti yorumlamaya, ABD sinema sanayisinde zamanın ruhunu incelemeye çalışmıştım. O yazılardan yola çıkarak, özetle bu endüstrideki bazı temel temaları şöyle sıralamak mümkün: Eşit yurttaşlık hakları (kadınlara, siyahlara, göçmenlere, cinsel tercihleri de içeren yaşam biçimlerine vb.), çok kültürlülük, sınıfsal meseleler ve ana akımın dışına çıkan tarihsel anlatılar… Böyle bakıldığında Hollywood’da eşit yurttaşlık haklarını savunan, çok kültürlülük olgusuna vurgu yapan, sınıfsal sorunları konu eden ve muktedirlerin gözünden anlatılan egemen tarih anlatısına farklı bir seçenek üretmeye çalışan yani tüm bu konulara “ilerici” diyebileceğimiz bir tavırla yaklaşan güçlü bir damar olduğunu söyleyebiliriz.
Ülkemizde “Eşitlik Savaşçısı” adıyla gösterilen, 2018 yapımı, yönetmeni Mimi Leder olan On the Basis of Sex, ilk paragrafta özetlemeye çalıştığım bu ilerici damarın neredeyse tüm unsurlarını bünyesinde taşıyan dolayısıyla Hollywood’da zamanın ruhunu çok iyi yansıtan bir film. ABD tarihinin anlattığı kesitinde (kabaca 1950-1970 arası) yaşanan olaylarla, baş karakterin ilginç yaşam öyküsüyle, çok sayıda göndermeye sahip olmasıyla epeyce uzun bir yazının konusu olabilecek bu filmden aşağıda kısaca söz etmeye çalışacağım.
Film baş karakterin ABD’li akademisyen, avukat ve yüksek yargıç Ruth Bader Ginsburg (1933 doğumlu) olduğu yaşamöyküsel (biyografik) bir yapım. Ginsburg (Felicity Jones) 1956’da Harvard Üniversitesi’nin hem nitelik hem de nicelik bakımından erkek egemen olan Hukuk Fakültesi’ne girer. Burada kadınların hukuk okuması konusunda gizlenmeyen önyargılara rağmen başarısıyla kendisini gösterir. 1959 yılına gelindiğinde Hukuk Fakültesi mezunu Ginsburg, New York’ta iş aramaya başlamıştır. Kocasının (Armie Hammer) başarılı bir hukuk firmasında işe başlamış olmasına rağmen en az onun kadar başarılı bir eğitim yaşamı olan Ginsburg avukatlık yapacak iyi bir firma bulamaz. İş görüşmelerinde kendisinin kadınlığı, anneliği ve Yahudiliği olumsuz birer etken olarak öne çıkarılır. Sonunda yılan Ginsburg çok istediği avukatlığı yapamayacağını düşünür ve üniversitede açılan bir öğretim görevlisi kadrosuna girer.
Bu noktada film bir kez daha ileri doğru sıçrama yaparak sahneyi 1970 yılında açar. Ginsburg artık orta yaşlı bir öğretim görevlisi, kocası ise başarılı bir avukattır. Üniversite ise Ginsburg’un 1950’lerde girdiği üniversite değildir. ’68 Devrimi yaşanmış, kadınları ikinci sınıf gören kalıplar daha da kırılmıştır. Her yerde Vietnam Savaşı protestoları vardır. Ginsburg’un öğrencileri kendi öğrenciliğinden çok farklı bir görünüm sunmaktadır. Ginsburg’un öğrenciliğinde hukuk fakültesi sınıflarında çok az sayıda kadın ve siyahi varken artık sınıflarda çeşitlilik egemendir ve öğrenciler daha radikal görüşlere sahiptir. Öyle ki Ginsburg gibi güçlü bir kadın bile, kızının görüşüne göre, daha “eski” bir feminizm ve eylemlilik anlayışına sahiptir. Kısacası 68’den sonra devir değişmiştir.
Bu liberal ortamda Ginsburg, aradığı devrimci atılımı cinsiyet eşitsizliğinin yasalara nüfuzuyla mücadele etmekte bulur. Art arda üstlendiği davalarla hem arzu ettiği avukatlığı icra etmeye başlar hem de ABD müesses nizamına karşı değişim mücadelesi verir. Karşısındaki başsavcısıyla, Pentagon’uyla gerçekten de bir müesses nizamdır. Ginsburg’un düzen karşısındaki temel tezi toplumun değiştiği, yasaların ise bu değişimin gerisinde kaldığıdır. Mahkemeden yasama organı gibi davranmasını isteyip yasaları toplumun geldiği noktaya göre değiştirmesini ister ve bunda başarılı olur. Çünkü gerçekten de ülkede kitlesel bir zihniyet dönüşümü yaşanmaktadır ve kadını ev içinde konumlayan, onu ikinci sınıfa indirgeyen eski düşünce biçimleri ya yıkılmıştır ya da yıkılmak üzere sarsılmaktadır.
Film Ginsburg’un yargı alanındaki devrimci başarılarıyla son bulur. Kendisi sonradan, 1993’te Bill Clinton tarafından Yüksek Mahkeme’ye yargıç olarak önerilecektir ve seçilmesinin ardından günümüzde halen bu görevi sürdürmektedir. Bu göreve gelen ikinci kadın ve ilk Yahudi kadındır. Kendisi bugün 86 yaşındadır ancak görevi bırakırsa yerine gelecek kişiyi Trump’ın önerecek olmasını gerekçe göstererek emekliliğini ertelemektedir (ABD’de Yüksek Mahkeme yargıçları kaydı hayat şartıyla yani ömür boyu görevde kalırlar ve ancak kendi istekleriyle ya da bir görevden alma soruşturması sonucu bu makamı bırakırlar).
Film, Ginsburg’un kadın-erkek eşitliği mücadelesi üzerinden ABD tarihiyle yüzleşmekte, yaşanan ilerici değişimleri olumlu gelişmeler olarak selamlamaktadır. Bu yönüyle Batılı demokrasilerin gökten zembille inmediğini, eşitsizlik ve tahakkümün üstesinden nasıl da zamanla, zorlu mücadeleler sonucu gelinmeye çalışıldığını ve demokrasinin bu süreçte olgunlaştığını bir kez daha hatırlatmaktadır. Bu filmin özelinde demokratik mücadele alanı yargı ve yargının az bilinen yasa yapma gücü sayesinde ileri doğru bir atılım gerçekleştirme mücadelesidir.
Filmin verdiği mesajlardan biri yargının sadece yapılmış yasalara göre işleyen, emsal kararlardan oluşan içtihadı uygulayan bir organ olmadığı, -filmin başındaki derste öğretildiği gibi- bazen içtihadın ve var olan yasaların ötesine uzanarak kararlarında kültürel değişimi dikkate aldığıdır (“bir mahkeme günün hava şartlarından etkilenmemelidir ancak dönemin ikliminden etkilenecektir”). (Film bittikten sonra aklıma gelen sorulardan biri ülkemizde en son hangi yargı kararının toplumun ulaştığı zihniyet düzeyini, maddi zenginliğini ve demokrasi seviyesini yansıttığı oldu. Çok uzun süredir “Ankara’da yargıçlar var” diyemediğimizi düşündüm).
Birkaç yazıdır Hollywood’daki ilerici damarı betimlemeye çalıştım. Öte yandan aklıma gelen ve belki de Hollywood’un geçmişini ve bugününü incelemesi gereken başka bir yazıda cevaplar aramayı deneyebileceğim birkaç soru bu süreçte aklıma düştü: Bu ilerici damar ne zamandır var, nasıl ortaya çıktı, gücü zaman içerisinde azalıp artıyor mu ve bu değişim hangi etkenlere bağlı olarak gerçekleşiyor? Hollywood’a bir devlet projesi olarak yaklaşmak ve bu sorulara komplo teorisi soslu cevaplar vermek mümkün ancak ben devlet dışında başka etkenleri de hesaba katmayı planlıyorum.
Son sözleri yine film üzerinden söylersek, Eşitlik Savaşçısı Hollywood’un iyi film matematiğine uygun olarak düşmeyen temposuyla seyir zevki sunuyor. Yaşamöyküsel bir filmin (ya da başka türde sanat yapıtlarının) sadece ele aldığı kişiye odaklanmayıp kişinin değişimiyle birlikte dönemsel gelişme ve değişimleri de yansıtması gerektiğinin ve güçlü yan karakterlere olan ihtiyacın da bir örneği olmuş. Bu yönüyle bir sonraki yazımda ele aldığım Müslüm’den çok daha yetkin bir film izlediğimizi vurgulamak isterim.