Filmekimi Günlüğü

Filmekimi bu yıl da tartışmalarla, protestolarla ama bir o kadar da heyecanla geçti ve bitti. Yüksek bilet fiyatları herkesi rahatsız ederken, bilet bulma zorluğu da bir kez daha önemli bir sorun olarak karşımıza çıktı. Bütün bunlara rağmen festivali takip edip geride kalan bir haftada izlediğimiz filmler üzerine notlar aldık.

Little Joe, Jessica Hausner

Jessica Hausner’ın diğer filmlerinin aksine, geniş kitlelerce izlenen ilk filmi olan Little Joe, bilim-kurgu ile gerilimin minimal bir şekilde sunulduğu ara sıcak gibi. Prodüksiyon ve sahne tasarımı gözlere şenlik olan film, aynı etkiyi gönüllerde de yaratamıyor. Gelişigüzel saptığı yollardan verim alınamadığı için meramını kekelemeden anlatamayan bir film Little Joe. İlginç bir hikayesi olmasına rağmen bu hikayenin nasıl çekilmemesi gerektiğini adım adım göstermiş yönetmen. Hareketsiz, hissiz, rengarenk ama renksiz bir gerilim filmi, ya da bir gerilim filmi bile değil. İhtişamlı bir ambalaja sahip bir hediye paketi gibi ama paketi açtığınız zaman ortaya tesiri olmayan, izleyeni memnun etmekten uzak, küçük minnacık bir Joe çıkıyor.

Jojo Rabbit, Taika Waititi

Çektiği ilk filmden beri aynı ilgi ve heyecanla takip ettiğim Taika Waititi’nin, II. Dünya Savaşı’nın Almanya’sında geçen yeni filmi Jojo Rabbit, beyinleri milliyetçi ve faşist fikirlerle yıkanan çocuk Almanların birer Nazi’ye nasıl dönüştüğünü hicivsel bir üslupla gösteren şahane bir film olmuş. II. Dünya Savaşı’nda yaşananlar o kadar korkunç ki, tüm bu hadiseleri bir de mizahi bir dille vermek epey cesurca. Fakat Waititi’nin bunu layıkıyla yapabildiğini düşünüyorum çünkü taşladığı şeyleri daha da yükselip lanetlemesini biliyor; şaklabanlıklarıyla güldürürken aynı zamanda düşündürüyor ve savaşın yıkımlarını en acı şekilde gösterebiliyor. Tüm bunları, savaşın ortasında kalmış çocukların masumiyetiyle gösteriyor, savaşı onların gözünden bir oyunmuşçasına izlememizi sağlıyor.  Onlarla beraber koşturup eğleniyoruz zaman zaman, engelleri aşıyor ve yaramazlıklar yapıyoruz ve en sonunda gene onlarla birlikte yüzleşiyoruz acı gerçeklerle. Onlar çocukluklarını kaybediyor bizse insanlığa olan inancımızı… Yılın en iyi filmlerinden.

A Hidden Life, Terrence Malick

Terrence Malick filmografisini The Tree of Life öncesi ve sonrası olarak birbirinden ayırarak incelemek daha doğru olur çünkü The Tree of Life’la beraber Malick, yaşam boyu edindiği bilgi ve tecrübelerden yola çıkarak bir filozof edasıyla hayatı ve hayatın içindekileri yorumlamaya başlamıştır. Doğumu, ölümü, acıyı, öfkeyi, sevgiyi, kederi ve daha pek çok şeyi… Tabii böylesine ulvi bir bakış açısıyla filmlerini çekmesi, beraberinde haklı veyahut haksız “sıkıcı filmler çekiyor” yorumlarını getirdi ve Malick özelinde iki ayrı kutup oluştu. Tabii ben tüm filmlerini büyük hayranlıkla izlemiş bir Malick müridi olarak safımı en başından belli etmiştim ama A Hidden Life’la beraber saf veya cephe kalacağını sanmıyorum. Çünkü iki cephenin de en az bir filmini muhakkak sevdiği bir yönetmen olduğunu bildiğimiz Terrence Malick, A Hidden Life ile küskünler cephesini tekrar kazanmaya gelmiş.

Savaşın bazı iyi insanların kalbinde yangın yeri oluşturduğunu tokat gibi gösteren bir film A Hidden Life. Haklı veya haksız, hangi sebeple olursa olsun birini öldürmenin verebileceği azapla yaşamaktan korkan ve bir ‘şeytanın’ safında olmak istemeyen, kimilerince hain olarak görülen büyük bir insanın hikayesi anlatılıyor filmde. Vicdanına ve hür iradesine kimsenin ket vuramayacağını bizlere gösteren bu büyük insanla, ‘savaşlarda gerçek iyi ve kötü var mı’ bunun sorgusuna başlıyoruz ve her defasında savaşın kalp kıran, yürek burkan kötü getirileriyle yüzleşmek zorunda kalıyoruz. Savaş çok kötü bir şey, çok. Hangi fikirden olursa olsun insanların ölmesi, öldürülmesi çok kötü bir şey… İzleyin, izletin. Böyle filmler görebildiğimiz için çok şanslıyız.

It Must Be Heaven, Elia Suleiman

Bu filmini izleyene dek Elia Suleiman hakkında pek bir şey bilmiyordum açıkçası. Yönetmenin tarzı hakkında fikir sahibi olmadığımdan It Must Be Heaven’ın her anını göz devirerek izledim. Filmi izlerken yönetmenin mizah anlayışı bana pek demode gelmişti ve yönetmeni küstahlık yapmakla suçlamıştım. Çünkü her şeyi bilen ve her şeyi kendi dilediği gibi eleştiren yönetmenlere ve her anına yönetmenin egosunun sindiği filmlere mesafem olmuştur her daim. Bu film de tam da öyle bir ego filmiydi. ‘Siz benim Ortadoğulu olduğuma bakmayın ben sizi iyi tanırım ve sizlerin hayatını çok güzel eleştiririm’ filmi çekmek Elia Suleiman’a ne kazandıracak emin değilim. Filistinli bir yönetmenin sadece Filistin’de yaşananları değil, dünyayı da eleştirebileceğini deneysel bir dille göstermeye çalışmış. Ama dediğim gibi çalıştığı şey pek bana göre değil. Ne mizahı, ne de onun gözünden tasvir edilen şehir halleri pek ilgimi çekmedi.

Portrait of a Lady on Fire, Céline Sciamma

Céline Sciamma’nın bu filmle bir şeylere çok yaklaştığını ama ıskaladığını düşünüyorum. Portrait of a Lady on Fire neredeyse bir başyapıt olacak kadar güçlü temasları olan bir film. Hikayesi, hikayesinin dinamikleri ve karakterlerin tekinsizliği filme çok büyük bir hava katıyor. Her biri birbirinden eşsiz karelerin de yardımıyla neredeyse unutulmaz bir film ortaya çıkmış. Ama yok, aslında hayır. Unutulmayacak olan filmin kendisi değil, sadece kareler ne yazık ki. Çünkü filmde geçen dönemin iyi aktarılamaması ve hikayenin daha kışkırtıcı ve daha hırçın bir hale dönüşmemesi sebebiyle akıllarda o karelerden fazlası kalmıyor. Böylesine sanat yönetimi güçlü olan bir filmin, melodik geçişlerden yoksun olması çok büyük bir handikap. Madem tekinsiz sularda yüzüyorsun, o zaman müziklerden beslenerek anları daha güçlü hale getirmen gerekir. Filmin bunu çok az kullanıyor. Zaten sadece iki sahnesinde melodiler var ve filmi eşsiz kılan da bu iki sahneden fazlası değil. Karakterlerle beraber güzel zaman geçirip, bir gün geleceğini bildiğimiz fırtınaya hazırlık yapıyoruz fakat filmin sonuna doğru gelen o fırtınanın izleyici üzerinde tesiri çok az oluyor, anlamsız ve etkisiz kalıyor. Tüm bunlar filmi yarım bırakıyor ve böylelikle eser başyapıt olmayı teğet geçiyor.

The Lodge, Veronika Franz, Severin Fiala

Yönetmen ikili Franz ve Fiala’nın bir önceki filmleri Goodnight Mommy’i izlediğimde dumura uğramıştım. Gerçekten rahatsız edici derecede güçlü bir filmdi. Yönetmenlerimiz birkaç yıl aradan sonra Goodnight Mommy’nin rövanş maçına çıkıyormuşçasına aynı konu üzerinden ilerledikleri yeni bir filme imza atmışlar. Farklı soslar kullansalar da aynı konuyu tekrar önümüze koymaları birazcık hayal kırıklığı yaşatmıyor değil çünkü kendilerini tekrar etmişler ve sinemalarının zenginleştiğini görmeyi beklerken aynı sularda yüzdüklerini görüyoruz. Ama gene de ben onları takip etmeye devam edeceğim çünkü ilk filmlerini izlememiş biri için fena bir gerilim filmi sayılmaz The Lodge. Kolay lokma twistlerini bir kenara atarsak karların ardında insanı ürperten bir atmosfer inşa etmişler. Olayların başlaması uzun sürse de, gelişme ve sonuç özelinde memnun ayrılıyorsunuz filmden. Hikayenin saptığı yollar itibariyle ivme kaybettiği anlar olsa da gerilim severlerin ağzına layık bir seyirlik çıkmış ortaya.

Diğer Yazılar: Metin Kaçar
Karanlıkla Karşı Karşıya
Tavır ve düşüncelerini her zaman sert bulduğum Spike Lee’nin siyahi insanların hakları...
Devamını Okuyun
Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir