ESCOBAR’IN İMPARATORLUĞUNDA OLMAMIŞ BİR CENNET HAYALİ
Tüm zamanların en büyük uyuşturucu baronlarından Pablo Escobar, birçok filme konu olan bir figür. 1970’li yıllarda kurduğu Medellin Karteli’yle Kolombiya’nın en büyük kokain ihracatçısı konumuna gelen Pablo Escobar, 1989 yılında Forbes dergisinin yayınladığı en zenginler listesinde 7. sırada yer alacak kadar büyütmüştü uyuşturucu imparatorluğunu. 1993 yılının sonunda öldürüldüğünde ise, henüz 44 yaşında olmasına rağmen, birçok kitaba, belgesele ve filme konu olacak kadar dolu bir hayat geride bırakıyordu. “Escobar: Kayıp Cennet”, Pablo Escobar’ın son dönemlerinden kesitler sunan bir aşk hikâyesini karşımıza getiren bir eser.
“Escobar: Kayıp Cennet”, iki parçaya ayırıp irdelememiz gereken bir eser, zaten filmde hikâyesini iki ayrı izlek üzerinden aktarıyor bizlere. İlk ve ana hikâyede, filmin adında geçen “Kayıp Cennet” kısmı oluyor aynı zamanda, Kanada’dan Kolombiya’ya gelen sörfçü Nick’in, ikinci ve ilkini çevreleyen hikâyede ise Pablo Escobar’ın öyküsünü görüyoruz.
Nick, abisi ve bir grup arkadaşıyla Kolombiya’ya gelip bir deniz kenarına yerleşir; kendi cennetlerini inşa etme çabaları filmin hemen başında Kolombiya’nın gerçekleriyle yüzleşmek zorunda kalınca, tesadüf eseri Pablo Escobar’ın yeğeni Maria Escobar’la Nick’in yolları kesişir. Bu tesadüf aşka dönüşür ve Nick, Escobar’ın imparatorluğunun göbeğine doğru yol almaya başlar. Bu yolculuğun ilk yarısında Escobar’ın gölgesi sürekli Nick’in üzerindedir; ya açılan bir klinikte ya da seçim kampanyasında karşısına çıkar bu gizemli figür. Evet, gizemli bir figür çünkü filmin ilerleyen dönemlerinde Nick’in Escobar, Medellin ya da Kolombiya hakkında hiçbir şey bilmediğini görüyoruz! Binlerce km öteden gelip oraya yerleşen birinin, tüm bunlar hakkında iyi veya kötü zerre bilgiye sahip olmamasını ancak ya Kanadalı ya da saf olmasına bağlayabiliriz, Nick özelinde ise her ikisi de olabilir. Bu durum, Nick’in öyküsünü zayıf ve kötü kılan ana unsur, filmin tamamında olaylara ve gerçeklere oldukça “uzak” kalıyor kendisi. İlk yarıda çizilen pembe Escobar tablosuna kendisini kaptırmasının ve ikinci yarıda bu imparatorluğun karanlık duvarlarına çarptığında gösterdiği reaksiyonların, filmden yabancılaştıracak kadar yavan ve basit bir şekilde işlenmesinin merkezinde bu saflık yatıyor. Nick’in hikâyesinde yer alan abisi Dylan ve sevgilisi Maria gibi karakterlerde en az Nick’in kendisi kadar derinlikten uzak ve basitler. Olmamış karakterler galerisi tadındaki bu öykü, bitse de kurtulsak dedirtecek kadar rahatsız edici.
Nick’in kötü yazılan karakterinin ve hikâyesinin aksine, müthiş çizilmiş bir Pablo Escobar portresiyle karşı karşıya kalıyoruz ikinci öyküde. Nick’in hikayesini gördüğümüz her an, ki filmin büyük kısmını bu hikaye oluşturuyor, film ne kadar küçülüyorsa Escobar’ın hikayesini gördüğümüz anlarda film bir o kadar büyüyor. Onlarca arkadaşının önünde diz çökerek eşine şarkı söylerken de ufak bir olay sonucunda insanları ayaklarından astırıp yaktırırken de Pablo Escobar’ın ne kadar güçlü ve tutkulu bir karakter olduğunu görebiliyoruz. Karakterin kendisi kadar hikâyesi de iyi işlenmiş; Escobar’ın futbol tutkusu, aileye bakışı, hükümet ve ona bağlı kurumlarla olan kirli ilişkisi, halkın gözündeki imajı gibi birçok unsur özenli bir şekilde filme yerleştirilmiş. İçine girdiğimiz anda büyülemeye başlayan bu renkli imparatorluk, ne yazık ki perdede hak ettiği ağırlığı bulamıyor. Hikâyeye ve karakter gelişimine yönetmenin atfettiği kadar sirayet etmeyen saçma bir kaçış öyküsüne ayrılan devasa sürenin bir kısmı bile Pablo Escobar’ın dünyasına ayrılsaymış, filmin etki gücü kat be kat artabilirmiş.
Senaryo matematiğindeki sıkıntılara, aksayan yönlere, saçma bir aşk öyküsüne rağmen Benicio Del Toro’nun enfes performansı, Andrea Di Stefano’nun “gözü” ve Kolombiya’nın o meşhur karanlık dönemi filmden taşmayı başarıyor. Hikâye anlatmadaki yerleşik kalıplara takılan “Escobar: Kayıp Cennet”, kaçan bir penaltı misali damaklarda acı bir tat bırakıyor.