MASALLARA SIĞMAYAN KADINLAR: THE LURE
Agnieszka Smoczyńska’nın feminist bakış açısıyla ele aldığı ilk uzun metrajlı filmi The Lure (Córki dancingu), büyüme sancılarına hem eğlenceli hem de karanlık bir yorum getiriyor. Sesler ve neon renklerle göz kamaştıran The Lure, Hans Christian Andersen’ın Küçük Deniz Kızı adlı eserine ve Homeros’un sirenlerine yeniden can veriyor. Polonya’nın komünist döneminde yaşadığı çocukluk anılarından ilham alan Smoczyńska, farklı türleri başarıyla harmanlayarak, kahkaha, gözyaşı ve kanla dolu büyüleyici bir korku müzikaline imza atıyor.
“Albatros’ta yedi kız vardı…”
Srebrna (Marta Mazurek) ve Zlota (Michalina Olszańska) adında iki deniz kızı, karanlık bir gecede Polonya sahilinde müzik yapan bir rock grubuyla karşılaşır. Sesleriyle etkileyen kız kardeşler, genç müzisyen Mietek (Jakub Gierszal) ile anne (Kinga Preis) ve babasının (Andrzej Konopka) düzenli olarak performans verdiği gece kulübünde grupla birlikte sahne almaya başlarlar.
Birçok yaratılış mitinde su ve deniz, varlığın temeli, dişiliğin simgesidir. Eski çağlardan bu yana farklı kültürlerce sahiplenilen deniz kızları, yarı kadın yarı balık varlıklar olarak tasvir edilmiştir. Deniz ve kara yaşamını birleştiren bu efsanevi yaratıklar, doğanın baştan çıkarıcı ve tehlikeli düalitesini yansıtır. Metaforik anlamda deniz kızları, yetişkinliğe geçişte yaşanan fiziksel ve ruhsal değişimleri, güzellik ve dehşet arasında kurduğu köprüyle ifade ediyor.
Altın ve gümüş manasına gelen Zlota ve Srebrna, bir madalyonun iki ayrı yüzünü oluşturuyor. Kolay tepkimeye girmeyen elementlerden biri olan altın, Zlota’nın güçlü karakterini betimlerken Srebrna, kardeşine göre daha duygusal bir profil çiziyor. Bedenini gerçek varlığı kabul eden Zlota’nın aksine Srebrna, Mietek’in kalbini kazanmak için kuyruğundan vazgeçip insan olmaya kararlı. Freud’un yaşam (Eros) ve ölüm (Thanatos) dürtüleri, çatışma üzerine kurulu bu yapıyı destekliyor. Thanatos, Zlota’nın saldırgan davranışlarında, Eros, Srebrna’nın üreme ve aşk arayışında kendini gösteriyor. Eros ve Thanatos perspektifi, karşıt eğilimlerin bir arada var olma dinamiğini anlamamıza katkı sağlıyor.
“Sen benim kanımsın. Boynuzlarım etlerimin altında.”
Beden-emek sömürüsüne ve aile içindeki erkek şiddetine vurgu yapan Smoczyńska, deniz kızlarını ataerkil yapının kurbanları olarak resmediyor. Bu bağlamda karşımıza, boynuzlarından vazgeçerek özünü kaybetmiş bir mitolojik karakter olan deniz tanrısı Triton çıkıyor. Otoriteyi simgeleyen boynuzu alımlı bir kuyrukla karşı karşıya getiren Smoczyńska, Triton’a yaşam tanıyan seçimin neden Srebrna’ya ölümcül bir bedel ödettiğini sorguluyor. Yıllarca tahakküm altında kalıp ezilen kadınlığa köpük gibi uçucu bir değer verildiğini görmek pek şaşırtmıyor aslında. Suda başlayıp suda kaybolan bu masal, Zlota’nın son sözü ve eylemiyle güç veriyor: “Ye onu.”
Somut bir zaman dilimi sunmayan The Lure, kullandığı dekor, kostüm ve mekânlarla 1980’lerin Polonya’sını anlatıyor. Dünyayı bir gece kulübüne benzeten Smoczyńska, işitsel ve görsel açıdan enerjisi yüksek bir evren kuruyor. Müzikal yapı, Barbara ve Zuzanna Wrońska (Ballady i Romanse) ikilisi tarafından bestelenen ve dönemin karakteristiğine uygun şekilde baştan sona eski Polonya ezgilerinin synth-pop, rock yorumlarını içeriyor. Şarkıların tümü akılda kalıcı melodilerden oluşmasa da dramatik dokuyu beslemede tesirleri oldukça güçlü. Filmdeki ton değişimleri ise zaman zaman dikkat dağıtıcı görünebiliyor. Ancak bu akışın her şeyi çılgınca bir arada tutmayı başardığını rahatlıkla söyleyebilirim.
Kadınlar ve erkekler arasındaki patriyarkal ilişkilere müzik ve anılarla dokunan The Lure, bağlı kaldığı gerçeklikten güç alarak, aşka ve kadın olmaya dair unutulmaz bir sinema deneyimi sunuyor. Mavi-yeşil renk paletiyle derinliğine çeken rüya gibi güzelliği, “beden korkusu” ile birleşen mizahı, ekrandan fışkırıp içimizdeki coşkuyu ateşe veriyor. Agnieszka Smoczyńska’nın kız kardeşliğe yaptığı bu benzersiz ve cesur çağrının yankısı hep sürecek.
“Beni dibe sürükleyen akıntı…Bir şey kesin, kollarında daha sıcak olacağım.”