Çağıl Nurhak Aydoğdu Kılıç Röportajı

Hem Altın Koza Film Festivali’nden hem de Malatya Film Festivali’nden ödüllerle dönen, Berlin Film Festivali’nde Türkiye’den değerlendirmeye giren filmler arasında son aşamaya kalan ve 6 Mayıs’ta vizyona girecek olan Yarım filminin yönetmeni, senaristi, yapımcısı Çağıl Nurhak Aydoğdu Kılıç ile bir araya geldik. İlk filmi ile birçok yerde adından söz ettirmeyi başaran yönetmen, gelecekte de önemli işlere imza atacağını sohbeti sırasında bizlere hissettirdi. Kendisiyle Yarım filmi özelinde başlayarak sinemaya dair sohbet ettik. Sohbetimiz sırasında biz oldukça eğlendik. İşte Çağıl Nurhak Aydoğdu Kılıç ile yaptığımız sohbetimiz:

Çağıl Nurhak Aydoğdu Kılıç Röportaj 1 FikriSinema

-Sinemaya Yarım filmi ile adım attınız. Film Altın Koza Film Festivali’nden ödüllerle döndü. Filmden biraz bahsedebilir misiniz?

Ben dizilerde çalışırken bir dönem durdum; kızım oldu, ara verdim.  O, ara verdiğim dönemi “kendimi besleme dönemi” olarak gördüm. Setlerde çalışırken, çalışma koşulları nedeniyle konsantre şekilde düşünemiyor, üretemiyorsunuz.  Ben bu dönemi nasıl değerlendireceğim üzerine planlar yapmıştım. Yazmayı planladığım şeyler vardı. Sonra o dönem anneannemi kaybettim. Anneannemle birlikte yaşadığımız geniş bir ailemiz vardı ve onun hep anlattığı bir hikayesi. O da yarımın tersi bir hikayeyle 17 yaşında İstanbul’dan Malatya’ya gelin gitmiş. Özellikle aileden birisini kaybettiğinizde onun hikayelerine, onun geçmişine, onunla ilgili anılara odaklanıyorsunuz. Anneannemin vefatı ara verdiğim döneme denk gelince hem düştüğüm boşluktan çıkmak için hem de kafamdakileri yazmak için anneannemin hikayesine odaklandım. Yıllardır da kafamda dönen bir hikayeydi. Hani hep öyledir ya hikayeler kafanızda durur ama siz onu bir türlü kağıda dökemezsiniz. Anneannemin anlattıklarıyla birlikte kafamda bir hikaye oluşmuştu. 15 yaşında bir kızla zihinsel engelli bir çocuğun hikayesi. Ancak dram yüklü, herkesin işlediği tarzda ve gaza basılmış bir film olsun istemiyordum. Senarist arkadaşım, yakın dostum Özge Aras, aynı zamanda okul arkadaşım, yas dönemimde beni çalışmaya ve yazmaya motive etti. Hikayeyi yazdık, sonra senaryo oluştu. Sonra bakanlığa başvuruda bulundum. Sonrası pek hesaplanmadan gelişti. Proje bakanlıktan da geçince artık yapmak kaçınılmaz oldu.

Yarım filmini şu şekilde özetleyebilirim. Yarım, 15 yaşındaki bir kızla, 35 yaşında ama 8-10 yaşlarında bir çocuğun zeka yapısına sahip bir adamın yani aslında iki yarımın bir bütün olma hikayesi.  Burada asıl amaç bir çocuk gelin öyküsü anlatmak değil; henüz bir çocuk olmasına rağmen toplumun kadın rolü biçtiği bir yarımla zihinsel yapısı gereği bir çocuk olmasına rağmen toplumun fiziksel yaşına göre ‘koca’ rolü biçtiği ikinci bir yarımın hikayesi.

-Zaten filmin mottosu da yarım olma üzerine sorulan “iki yarım bir bütün eder mi?” sorusu değil mi?

Evet, filmin ana sorusu bu. Film Yarımlar üzerine kurulu. “Yarım akıllı” ile “yarım kadının” hikayesi. İçinde başka yarımlar da var. Ülkenin doğu ve batısı gibi, iki kardeşin arasındaki ilişki gibi. Set aşamasında film daha farklı lanse edildi. Filmin çekimlerini yaparken, Muğla’da yerel gazeteci arkadaşlar destek olmaya çalıştılar, sağolsunlar. Geldiklerinde benimle veya Özge ile konuşamadıkları için filmi biraz çocuk gelin hikayesi olarak tanıttılar. O haberler biraz yayıldı. Hiçbir zaman bu hikayeyi sadece çocuk gelin hikayesi olarak anlatmak istememiştim. Ama sıradışı bir çocuk gelin hikayesi olduğunu kabul ediyorum. Yine de çocuk gelin hikayesi demezsek filme daha az haksızlık etmiş oluruz. Aslında her filmde karakterlerin belirli özellikleri var. Nihayetinde benim karakterlerim de bunlardı.

Bu iki yarımın hikayesini anlatırken de şuna özellikle dikkat etmeye çalıştım; hayatın gerçekliği içerisinde ve var olduğumuz sürece dramatik şeyler yaşıyoruz; ancak diğer insanlar bu yaşadıklarımızı gördükleri oranda algılayabiliyorlar. Yarım da biraz böyle; karakterlerin iç dünyalarına girmeden, dış bir gözle mümkün olduğu kadar anlatmak.. Bununla da aslında biraz seyirci gözünü eleştirmek istedik. Bir çocuk gelinin ya da bir engellin hikayesinden gazetede okuduğumuz üçüncü sayfa haberleri kadar etkileniyoruz. O anda “vah vah” deyip geçiyoruz. Bu haberin ilgi görmesi için ya o kızın tecavüze uğraması ya da öldürülmesi gerekiyor. Yani vahim bir şekilde sonuçlanması gerekiyor ki izleyicinin ya da okuyanın ilgisini çeksin, haber niteliği taşısın. Ama biz bunların hiçbirisi olmadan da hikayenin anlatılabileceğini düşündük. En çok önemsediğim ise bir yandan seyircinin bakış açısını eleştirirken bir yandan da bu iki yarımın bütün olabilirliğiyle ilgili mücadelelerine yine seyircinin tanıklık etmesiydi.

-Filmin oyuncu kadrosu çok tanıdık isimlerden kurulu değil. Oyuncu seçimlerini nasıl yaptınız?

Yarım filminin hikayesini yazarken ‘tiplemeler’ kafamda oluşmuştu.  Bu yüzden oyuncu seçiminde çok zorlanmadım ama çok tanıdık isimler tercih etmedim. Çünkü ticari bir hedefim yoktu.  Hikayeyi doğru tanımlamaya odaklandım ve castı yaparken de tek kıstasım bu oldu. Tanınmış bir ismin performansının, yorumunun  gerçekten karaktere özel bir hizmeti olacağını düşünseydim kadroda olabilirdi tabii. Ancak ilk filmimde hikayeyi ve kendimi daha çok gösterebileceğim, hikayemize gerçekten hizmet edeceğine inandığım insanlarla çalışmak istedim. Hatta yıllar öncesinde, bu hikayenin fikri kafama ilk düştüğünde başroldeki kızı Doğu’da, hatta doğunun bir köyünde yaşayan, oyunculuk deneyimi olmayan ve çok güzel bir kız olarak tasarlamıştım kafamda. O hayalimin peşinden gittim ve hislerim beni yanıltmadı. Dediğim gibi kızın çok güzel olmasının nedeni ticari bir hedef değil, dramatik yapıya hizmet ettiği için ve başından beri öyle hayal ettiğim içindi. 8 ay bütün doğuyu araştırdık. Dersim, Mardin, Urfa, Malatya, Diyarbakır derken hemen hemen bütün doğuyu taradık. Fidan karakteri benim için bu kadar önemliydi. Sonunda Diyarbakır’da bulduk. Hiçbir oyunculuk deneyimi olmayan, çok tatlı, güzel, çok da yetenekli olduğunu düşündüğüm Ece Tatay ile buluştuk.Altın Koza Film Festivali’nde de Jüri Özel Ödülü aldı.

-Sizin bulduğunuz genç bir oyuncunun ödül alması sizin için filminizin beğenilmesi kadar anlamlı olmalı.

Öyle bir şey söyleyip diğer oyuncularıma ve ekibime haksızlık etmek istemem ama Ece’nin performansının içimde çok hatırı sayılır bir yanı var. Bundan sonra yaptığım işlerde de deneyimsiz ve doğal oyuncu ile çalışmak isteğim devam edecektir, bu izleyicilerin benimle ilgili işaretleyecekleri bir şey olacak diye düşünüyorum. Ben bunu seviyorum.  Okul zamanımda çektiğim kısa filmimde de benzer bir şey yapmıştım.  Tez filmimde, gerçek hayatlarında İzmir’de sokakta mendil satarak geçim sağlayan 5 çocuğu oynatmıştım. Çok güzel bir oyunculuk performansı olmuştu. Ben doğal olanın cilvesini, işvesini, edasını kısaca her şeyini seviyorum. Bence bir yönetmen için en büyülü noktalardan birisi de bu. Var olmayanı var etmek. Hiçbir deneyimi olmayan bir insana aracı olmak sonuç güzel oluyorsa yönetmeni daha güçlü kılıyor sanki.  Ben bu hazzı aldım Ece’de.

Ece’nin seçilme sürecini biraz anlatır mısınız? Çevresinde oyunculukla ilgili tecrübeli kimse var mıydı?

Ece Hükümet Kadın filminde figürasyon olarak yer almış. Dolayısıyla o dönemde kast yapan insanlar Ece’yi kafalarına oturtmuşlar. Benim ekibim Diyarbakır’da bir ay kadar kaldı, Ece ile karşılaşmamışlardı. Bana buldukları adayların fotoğraflarını, videolarını gönderiyorlardı ama hiçbirisinde çok heyecanlanıp gitmemiştim. Artık gelmelerine az kaldığı, “Çağıl, senin aradığın kız burada yok” dedikleri günlerde, Ece’nin fotoğrafını gönderdiklerinde bir ışık yandı bende, bir video istedim. Sonra bir video daha istedim, sonra da ben geliyorum dedim. Ece ile ilk görüştüğümüzde çok kibar ve batılı birisi gibi davrandı. Bu da beni ürküttü. Bu kızı İstanbul’da da bulabilirim diye düşündüm ki İstanbul’da hiç ciddi bir arayışa girmemiştim. Sonra babası, İstanbul’dan geldiğimiz için Ece’nin rol yaptığını ve kendince kibar olmasının daha doğru olacağını düşündüğünü söyledi. Sonra ikimize de biraz daha şans verdim, biraz vakit geçirdik. Sohbet ettikçe Ece doğallaşmaya başladı. Yani kendisi gibi olmaya başladı. Aradığım o doğulu kız nüansları Ece’de vardı ve birlikte çalışmaya başladık. Yalnız bir yanlış anlaşılma yaratmayım. 15 yaşında eğitimli ve oyuncu performansı yüksek bir kızı bulmak da çok kolay değildi, hatta öyle birisi yok diyebilirim. O yüzden kendisini oynayacak bir kız gerekliydi bize. Aslında orada mantıklı bir hamle yaptım, yoksa bir maceranın peşinde değildim. Doğuda yaşamış, kendisini bilen ve doğuyu iyi gözlemlemiş bir kız bu rolü oynasın yaklaşımıydı bu sadece. Yoksa eğitimli ve deneyimli oyuncuların oyunculuk performansı çok değerli. Doğallığı seviyorum elbette, keşfetmenin hazzı çok yüksek ama profesyonel oyuncuların hikayeleri, yönetmeni ne kadar iyi desteklediğini biliyoruz. Profesyonel güç güzel ve doğru bir şey yaratmak için çok mühim. Hülya Böceklioğlu da Altın Koza Film Festivali’nde En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu ödülünü aldı. Onu da bir filmde izlemiştim karar verirken, çok yetenekli bir oyuncu olduğunu düşünüyorum. Hülya abla Egeli, Ege’yi çok iyi bilen bir kadın. Muğlalı bir karakter için çok doğaldı.

Diğer oyuncuları da profesyonel, deneyimli oyunculardan tercih ettim. Serhat Yiğit Dokuz Eylül Üniversitesi’nden arkadaşım. Serhat da yine yazarken kafaya koyduğum, “Evet bu karakteri Serhat oynayacak” dediğim bir arkadaşımdı. Onu hayal ediyordum Salih için, o da sevdi hikayeyi, karakteri ve birlikte çalıştık.

Serhat Yiğit’in canlandırdığı karakter bir engelli. Çocuk gelin hikayesi gibi engelli hikayesi de fazla dramatize edilerek seyirciyi hüzünlendirebilir ancak bu filmi değerli kılmaz. Siz engelli karakterin hikayesini anlatırken nelere dikkat ettiniz?

Yarım iyi niyetle yapılan kötülüklerin hikayesi aslında. Ailelerin iyi niyetle yaptıkları kötülükler anlatılıyor. Engelli çocuğun annesi, olur da kendisine bir şey olursa diye ona bakabilecek, onun yanında durabilecek yeni bir ebeveyn alıyor aslında çocuğuna. Kendi çocuğunun hayat kalitesini garantilemek için başkasının hayatını satın alıyor diyebiliriz. Bir annenin en büyük korkusu çocuğunun kendisinden önce ölmesi; engelli bir çocuğun annesinin en büyük korkusu ise çocuğundan önce ölmek diye tanımlanıyor biliyorsunuz. Aynı zamanda toplumsal olarak da çocuğunu normalleştirmek istiyor bizim hikayemizdeki anne. Bu da bir cahillik ve ülkemizde cahillik de bizim bir yarımız maalesef. Doğal olarak yarımlardan biri karakterler, biri bölgeler (doğu-batı), biri cahillik. Film, yarımlardan biri olan engelli karakterin, engelli olduğu için yaşadığı gündelik sorunlara çok değinmiyor. Nasıl ki çocuk gelinin altını çizmiyorsak engelli karakterin de altını çizmiyoruz. Egeli, batılı, zihinsel engelli diğer yarımı izliyor ve onu da en az çocuk yaşta evlendirilen kız kadar seviyoruz. Film boyunca da onların naifliklerini, onların mücadelelerini izliyor ve seyirci kalıyoruz. Çünkü seyirciyiz. Özge’yle hikayeyi yazarken en çok üzerinde durduğumuz nokta seyirci olma duygusunu da eleştirmekti. Biz sadece gördüğümüzü hissediyoruz. Kızın ya da çocuğun hıçkıra hıçkıra ağladığını görmemizin bir hükmü olduğunu düşünmüyorum. Filmi izleme sürecinde belki hükmü olacaktır. Ama onların mutlu olabileceğine inandırıp bir hayal kırıklığıyla bitirmenin daha doğru, daha etkili olacağını düşündük.  Bir çocuk gelinin normalleştirilmeye toplumsal normlara uygun hale getirilmeye çalışıldığı gibi, engellilerden de bunu bekliyoruz. Bizim gibi, tüm koşullara sahipmiş gibi davranmalarını bekliyoruz ve bunu yaparak onların koşullarını daha da kısıtlıyoruz. Onlar kapasitelerinin daha üzerinde bir şeyler yapabilirler ama biz bunları engelliyoruz; hem beklentilerimizle, hem onlara biçtiğimiz rollerle.. Filmdeki iki karakter de bir filme ayrı ayrı konu olabilecek karakterler ancak konudan konuya atlayan karışık bir film değil. Çünkü bizde film bir olayla, bir çatışmayla başlıyor ama devamında başka olaylar silsilesi yok. Bir kesit diyelim. 15 yaşındaki bir kızın parayla gelin olarak satılmasıyla Ege’ye geliyoruz ve zihinsel engelli diğer çocukla onları evlendiriyoruz. Sonrasında onların dostluk, arkadaşlık ve bir olma mücadelesini takip ediyoruz sonuna kadar. Film sadece bu. Son derece basit ve sade bir anlatımı var. Aynı zamanda soğuk bir anlatımı var ve bu soğuk anlatım bir tercih. Engellilik kavramına geri dönersek, zihinsel engelli karakteri oynayan arkadaşımız Serhat’ın performansı ile ilgili şöyle beklenti oluşabilir. Aynı zamanda bedensel engelli olsun. Ama bunun altını çizmemek için, filmi iki yarımın hikayesinden başka bir yere yaslamamak için çaba sarfettik. Çünkü nasıl ki çocuk gelinin tecavüze uğraması gerekmiyorsa ilgimizi çekmesi için zihinsel engellinin de aynı zamanda bedensel engelli olması gerekmiyor. Bunu özellikle yapmamaya çalıştık. Oyunculuklar sade, gerçek ve hiçbir şey ekstra uçta değil. Çünkü zaten iki yarım karakter yeterince uçlarda aslında. Karakterlerin hepsi iyi, çünkü iyi olduğumuz zaman da kötülük yapıyoruz. Karakterlerin alt metinleri o kadar sağlam ki aslında duygular oralarda saklı. Filmin sevilmesinin sırrı da bu. Bu filmdekiler hepimiz gibi, biziz aslında, içimizden insanlar. Ama Onlar gibi olmaktan korktuğumuz insanlar. Dramatik yapıyı arttıracak süslemelerden ısrarla kaçındık.  Bu nedenle dürüst bir film yaptığımızı düşünüyorum.

Çağıl Nurhak Aydoğdu Kılıç Röportaj 2 FikriSinema

-Yerli filmler nicelik olarak yeterli belki ancak nitelik olarak hepsinin üst düzey olduğunu söylemek mümkün değil. Yerli filmler içinde birbirine benzer yapımların sayısı da oldukça fazla. Sektörde bir dayatma olduğunu söyleyebilir miyiz?

Filmlerin formülize edildiği, birbirine çok benzer anlatımların arttığı eleştirilerini çok duyuyor ve okuyoruz. Katılmamak da pek mümkün değil. Hikayenin ihtiyacı olana değil de bir modeli taklit etmeye kilitlenmiş yönetmen, yazar nihayetinde kötü taklitçi olarak kalıyor zaten.  Eleştiriler doğru; ancak eksik. Çünkü beklentilerde de kalıp var. Formülden biraz açıldığında “anaakım sinema”  kategorisinde algılanmana neden olabilecek eleştiriler de hemen yakanda bitebiliyor. Yani sadece yapanlarda değil, izleyenlerin beklentilerinde de var bu kalıpçı yaklaşım. Buna “Dayatma” demeyelim ama bağımsız sinemanın da bağımlılıkları var diyebiliriz. Olumlu tarafından bakarsak da Sevdiğin ve etkilendiğin bir dile öykünmek, bir ustadan esinlenmek;  kendi özgünlüğün ve hikayenin ihtiyaçları ile doğru birleşiyorsa kendi dilini oluşturmuş oluyorsun zaten. Cesur ve keşfetmeye açık olmak  önemli. Modada da belli formüller vardır. Siyahla beyaz yan yana kullan, sarıyla o rengi kullanırsan olmaz gibi… Ama aslında yan yana olmayan renkleri bir araya getirip oldurduğunuzda iyi bir tasarımcı oluyor ve özgünlüğünüzü de ortaya koymuş oluyorsunuz. Filmde de böyle; bazılarının uymayacağını yada olmayacağını düşündüğü bir şeyleri oldurup ‘güzel’ dedirtiyorsanız benzerlerinden ayrışıyorsunuz.

-İki festivalden de ödüllerle döndünüz. Ödüllerin gelmesini bekliyor muydunuz?

Bekliyordum. İyi filmlerle birlikte yarışmış olmak; yarışırken kendine pay çıkartmak güzel bir duygu. İlk filmimde, koşulsuzluklar ve düşük bir bütçeyle çalışmamıza rağmen doygunluk hissediyorum. Ama başlangıç noktasını burdan almayınca yani ödüller üzerinden sonuç her şekilde daha memnun edici oluyor. Yaptığınız şey dünyanın başka yerinde hiç tanımadığınız birinin kalbine değiyorsa başarmışsınızdır zaten. Sadelikle derdimizi anlattık. Bu da samimi karşılandı. Yarım Altın Koza ve Malatya Film Festivali’nde ödüller aldı. Ödül açılımlarına bakınca hem sinemacılar hem de izleyiciler Yarım’ı sevdi. Algı yapıları farklı insanlar tarafından sevilmek, bu dönüşleri duymak ödülden daha tatlı.

-Yarım filmi aynı zamanda Berlin Film Festivali için Türkiye’den değerlendirmeye giren filmler arasında son aşamaya kadar geldi. Son anda elenmek sizi üzdü mü?

Berlin Film Festivali dünyanın en önemli, en çok takip edilen festivallerinden biri. Programa dahil olabilmeyi elbette önemsiyorduk. Yine de bu kadar önemli bir festival tarafından son aşamaya kadar değerlendirmede kalabilmiş olmayı hoş bir gelişme olarak görüyorum.

-Bütçe konusunu çok konuşuyoruz aslında. Kiminle konuşsak, hangi yönetmenle konuşsak para sıkıntısından bahsediyor ne yazık ki. Ülke sinemamızın belki de en büyük problemi bu. Nuri Bilge Ceylan da bir kamerayla ve ailesiyle başladı sinemaya. Zorlukları daha fazla sinemanın anladığımız kadarıyla. Ancak buna rağmen film çekilmeye devam ediyorsa bir şey var demektir. Nedir o?

İçinde tutamamak.. Derdini, hayalini, korkunu anlatmadan duramamak. Hani çok konuşan insanlar vardır ya. Kimi çok güzel konuşur, kimisi gevezelik yapar. Kimisi kendi kendine konuşur..  Ama illaki konuşur.

Çağıl Nurhak Aydoğdu Kılıç Röportaj 3 FikriSinema

-Yarım filmi ödül aldı ancak ödül aldığı için iyi bir film demek doğru değil, iyi bir film olduğu için ödül aldı. FikriSinema ekibi olarak ödüllere bu açıdan bakıyoruz. Ancak Türkiye’de birçok sinema ödülü olsa da derli toplu bir ödül sistemi yok aslında. Amerika’da Oscar’ı ne kadar eleştirsek de Amerika sineması için önemli bir ödül, kendi içlerinde parçalanan değil, kendi milliyetçiliklerini yaptıkları bir tören. Bizim de siyasetten bağımsız bir ödül sistemine ihtiyacımız var mı?

Tabi ki var. Biraz iyimser olduğumu düşünebilirsiniz belki ama Sansür uygulamaları ve festivallerin işleyiş biçimlerinde, ön seçim aşamalarında dış etkileri görsek de ülkemizde filmlerin ödüllendirilme aşamalarında, ödülleri eşleştiren jüri tarafının sinemacı insanlardan oluşmalarından kaynaklı bağımsız tavırlarından taviz vermediklerini düşünüyorum. Tercihlerini baskı altına alacak bir mekanizma ile karşılaştıklarında da tepkisiz kalmadıklarını. Detayda bakarsak Altın Koza Film Festivali’ni  yapan belediyenin siyasi kökenine rağmen ödülü abluka filmi aldı. Yada Malatya Film Festivali valilik tarafından gerçekleştirilen bir festivaldi ama gerçekten siyasi bir mekanizma hissettirilmedi. Hatta Malatya Valisi’nin sanata ve sanatçıya yaklaşımına, modern algısına çok saygı duydum. Festivallerin özgür iradelerinin varlığı, sanatın bağımsızlığına ve özgür söylemlere açıklığı çok önemli. Bu da sinemacıların desteği ve yine örgütlü hareket edebilme yetenekleriyle gelişecek bir şey. Bunu yaparken de yıkıcı olmamak gerekiyor. Çünkü festivallere maddi, manevi ihtiyacımız var. Yönetmenlerin, sinemacıların yeni filmlerini yapmasına olanak sağlayan koşullar oluşuyor orda.

-Filmin her aşamasında imzanız var. Senaryosunda varsınız, yönetmenliğini siz yaptınız, yapımcısı sizsiniz. Çok fazla yükün altına girmişsiniz Yarım filminde, bu da işinizi daha da zorlaştırmıştır. Bu durum yönetmenliğinizi aksattı mı? Yapmak istediğim başka şeyler de vardı ama yapamadım çünkü o sırada başka işlerle uğraşıyordum dediniz mi?

Tabi ki aksattı. Ama ben şu an ortaya çıkan sonuçtan memnunum. Şunu da biliyorum ki genelde ilk filmini yapan bütün arkadaşlarım bu şekilde yapıyorlar ve  büyük bir deneyim sahibi olunuyor. Eksikler bitmez. Ama dönüp baktığımda eksiklerinle ilgili kendine verdiğin hesaplar seni ikna ediyorsa hatalı hissetmiyorsun. Farkında ve tecrübelenmiş hissediyorsun.

-Bazı yönetmenler film boyunca her şeyi yapmak ister, bazıları ise her şeyi paylaştırıp ekibi yönetmek ister. Sizin yönetmenlik anlayışınız hangisi?

Her şeye hakim olmayı seviyorum ama benim yönetmenlik anlayışım şu; doğru insanları, oyuncuları, karakterleri, senaryoyu, kamerayı, seti, mekanı bir araya getirip yönetmek. Dolayısıyla bunları bir araya getirdiğinizde size sadece onları doğru şekilde birleştirmek, estetik bir şekilde dikmek kalıyor. Bu yüzden ben asıl performansımı doğru insanları bulmaya harcıyorum. Dizilerde yardımcı yönetmenlik yaptığım için set yönetimi konusunda çok deneyimliyim. Ayrıca genel olarak çok güler yüzlüyüm evet ama söylediğimi de yaptırırım, o dengeyi iyi korurum. Bu yüzden zorlanmadım diyebilirim. Doğru insanları bir araya getirdim ama hakimiyet hep bendeydi ve onlardan ne alacağımı biliyordum. Mesela Ece Tatay hiç oyunculuk deneyimi olmayan bir oyuncu. Ece’ye zaman zaman kızarak oyuna alıyordum, zaman zaman da ondan habersiz alıyordum. Kamera kayıtta oluyordu, Ece ile konuşuyordum. Sonra bu sahneleri başkasıyla konuşuyor gibi montajladığımız diyaloglar oldu. Kimden neyi nasıl alacağını sezisel olarak hesaplıyorum. Serhat ise profesyonel bir oyuncu. Yönetmenin, senaryonun hayal dünyasına ilgili ve saygılı. Ondan istediklerimi almak içinse onun enerjisine alan açıyordum.

-Yeni projeler var mı yakında? Kariyerinizin önemli bir bölümü dizi setlerinde geçmiş. İlk filminizle birlikte biz de o soruyu soralım size. Sinemada çalışmaya devam mı, yoksa dizilere geri dönüş olacak mı? Hangi sektör sizi manen daha çok tatmin ediyor?

Sinema tabi ki. Dizi para kazanmak için yapmak zorunda olduğumuz bir şey ancak bundan sonra gücüm yettiğince sinemada devam etmek için elimden geleni yapacağım. Yeni bir sinema filmi hikayesi var çalıştığım, bir de dizi projemiz var.  Umarım ki tamamına erdirip, ulaşması gereken yere ulaştırırız.

-Bize vakit ayırdığınız için çok teşekkür ederiz.

Ben teşekkür ederim, çok keyif aldım.

Diğer Yazılar: FikriSinema
30. SAG ÖDÜLLERİ SAHİPLERİNİ BULDU
Hollywood’un en prestijli ödüllerinden, Screen Actors Guild’in (Ekran Oyuncuları Birliği) dağıttığı ve...
Devamını Okuyun
Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir