ALİ CABBAR: KARMAŞANIN İÇERİSİNDEN BİR YALINLIK ÇIKARABİLDİĞİME İNANIYORUM

1988‘de Manisa’da doğan Ali Cabbar, 9 Eylül Üniversitesi mezunu. Filmlerde ve dizilerde bir süre çalıştıktan sonra kendi hikâyelerini perdeye aktarmanın zamanının geldiğini düşünüp yönetmenliğe başladı. Ben, kendisini ilk olarak 2022 yılında, 23. İzmir Kısa Film Festivali’nde tanıdım; 32. Adana Altın Koza Film Festivali vesilesiyle yollarımız bir kez daha kesişti. Bu sefer kısa değil, uzun metrajını çekmiş bir yönetmen olarak festivaldeydi.

Oyuncu kadrosunda Nazan Kesal, Oral Özer, Burcu Gölgedar, Ferit Kaya’nın yer aldığı “Annemin Solgun Çiçekleri”, İstanbul’da yaşayan bir sinemacı olan Bahadır’ın, babasının ölümünden bir yıl sonra, bağ bozumunda annesine yardım etmek için bir haftalığına köye dönmesiyle gelişen olayları konu ediyor. 

İlk uzun metrajı “Annemin Solgun Çiçekleri” ile festivalin Ulusal Yarışma bölümünde yarışan Ali Cabbar’la festival koşturmacası içerisinde buluşup, keyifli bir sohbet gerçekleştirdik. 

“Bizim Hikâyemiz Oradaki Yoksul ve Üretimle Abad Edilmeye Çalışılan Sıradan İnsanın Çıkmazı Üzerine Kurulu.”

Arzu Arda Deger: İzmir Kısa Film Festivali’nde tanışmıştık seninle, “Bahçeler Put Kesildi” filminle yarışıyordun.  

Ali Cabbar: Evet, doğru.

A.A.D.: “Annemin Solgun Çiçekleri”ni izlemeye başladığım gibi (Bahçeler Put Kesildi ile) “Aaa aynı mekânlar bunlar” dedim, özellikle kahvehaneyi görünce. Senin kendi memleketindi sanırım?

A.C.: Tabii, tabii. Ben o köyde; Manisa, Sarıgöl’de doğdum. Annem o köyde yaşıyor, ailemin şu an hayatta olmayan fertleri de orada gömülü; gidip geldiğim bir yer, bizim de üzüm bağlarımız var. Hikâye bağ bozumu üzerine kurulu olduğu için en doğru olan, orayı daha kullanılabilir hale getirmekti. Bir de su, kolay bulduğu yerden akar. Elimizdeki olanaklarla, kendi bütçemizle yaptığımız bir film olduğu için nerede daha rahat edeceksek, orayı seçtik. Zaten kısa filmde denemiştik bunu. Ben oralıyım ama kamerayı bir yere koyduğunuzda oradaki insanların size alan açmaları da çok kıymetli. Zaten herkes tanıdıklarım ya da akrabam, bu hikâyenin kendi hikâyeleri olduklarını da biliyorlar. Bir de ben kendi hikâyemden yol almayı tercih ediyorum ama burada annemin hikâyesi de var. Başka kahvehane de vardı, kamerayı daha rahat kullanabileceğimiz daha büyük başka bir ev de vardı ama yaşayan yer annemin eviydi, o kahvehaneydi.

A.A.D.: Annenin evinde çektin o zaman?

A.C.: Tabii, annemin evi orası.

A.A.D.: “Annemin evi” derken senin evin yani?

A.C.: (gülüşmeler) Evet, evet.

Sanat Yönetmenimiz Erol Küçük, mekânı yaşayan bir yere kurmak istedi, bunun üzerine çok tartıştık, başka yerlere de baktık ama sürecin sonunda doğru olan orasıydı, ona karar verdik.

 A.A.D.: Tabii sadece mekân olarak değil tematik benzerlikleri, hatta karakter devamlılıkları da var. Her iki filmde de kendi arazilerine yapılması planlanan jeotermal santrallere karşı mücadele eden ana karakterler var. Biraz filmin hikâyesine dair konuşalım mı?

A.C.: Bu, Manisa ve Aydın ovasının en büyük sorunlarından bir tanesi. Büyük enerji şirketleri, aktif bir deprem hattı olduğu için, sürekli sıcak su kaynakları çıkarmaya çalışıyorlar orada. Bazıları bu suyu geri basmıyor, açığa bırakıyor; filtreleme sistemlerinin ne kadar güvenilir olduğu da tartışma konusu. Suyu soğutmak için döndürdükleri kelepçe sistemi var, bu sistem patlıyor, çok yüksek ısılarda döküldükleri yerlerde ot yetişmiyor. Bu bölge, Türkiye’nin en büyük üzüm üretim alanı. Bizim hikâyemiz de oradaki yoksul ve üretimle abad edilmeye çalışılan sıradan insanın çıkmazı üzerine kurulu. 

Ali Cabbar – Arzu Arda Deger

“Bakanlığa Başvurduk Ama Red Cevabı Aldık”

A.A.D.: Gelelim sete. İlk uzun metrajlı filmini çeken bir yönetmen olarak oyuncu seçiminden, okuma provasına, sete çıktığın ilk güne, aldığın provalara, hayalindeki atmosfere ve filmin dünyasına dair konuşacak olursak neler yaşadın, nasıl geçti çekim süreci?

A.C.: Bunu çok uzun konuşabiliriz. (güler)

A.A.D. Tek soruluk röportaj yapalım

(kahkahalar)

A.C.: Bu sorunun o kadar uzun bir cevabı var ki…

Benimle birlikte bu filmi yapmaya karar veren herkesin “Biz bu hikâyeyi perdeye taşıyalım” iradesiyle yapıldı bu film. Sadece ben değil, onlar da yapmayı çok istedi. Zaten mikro bir bütçemiz vardı ve bu bütçeyle bu hikâyeyi görünür kılmaya çalıştık. Her yolu denedik; bakanlığa başvurduk ama red cevabı aldık. Büyük bir umutsuzluk oldu tabii; “Yapalım mı, nasıl yapalım?” vs. derken mesela Nazan (Kesal) Abla hiç tereddütsüz “Yapalım çocuklar” dedi, diğer arkadaşlarım yapalım dedi. Kolektif olarak bu hikâyeyi görmek istersek yapabileceğimizi düşündük; ben de geri kalan her şeyi, yeteri kadar uykusuzluk ve delirmeler eşliğinde kendime yükleyerek sorunu çözebileceğimi düşündüm.

A.A.D.: Kültür Bakanlığı’ndan destek almadığını söyledin az önce, bundan sonra da almayacak mısın?

A.C.: Yo, hayır biz başvururuz ama verip vermemek onların kararı artık.

“İnsan Bir Ada Değil Ki Her Şeyden Bağımsız Yaşasın.”

A.A.D.: Bahadır karakteri aslında sinema yapmak isteyen, hikâyeleri ve senaryoları olan ama mecburen reklam çekmek zorunda kalan biri. Sinemacı olma idealiyle yola koyulup buraya evrilen çok fazla insan var. Karakteri hem tarz olarak hem de mesleki kodlanışından dolayı sen gibi düşündüm ancak sen sinemanı yapıyorsun. Yine de soracağım: Bahadır’la yönetmen Ali Cabbar’ın benzer yanları var mı? Kendi kişisel hikâyenden ne kadarını yansıttın filme?

A.C.: İnsan kendinden dışarı çıkamıyor ya, hikâyelerde de o var. Kendinde deneyimlediğin, yaşadığın şeyleri koyuyorsun. Benim kişisel hikâyem sadece bir hareket noktası olabilir, Bahadır’ı da öyle kurdum. Karakterlerimin hepsi, nereden geldiğinden bağımsız olarak, kuşatılmış baktığında; Feride hariç. Ben de kendimi kuşatılmış hissediyorum, senin hayatın nasıl gidiyor bilmiyorum ama herkesin kuşatıldığı, sıkıştığı, sıkıştırıldığı bir şey var. İdealdeki hayatla, reeldeki saçmalık arasındaki makas o kadar geniş ki bir yerden sonra göğsüne öküz oturur gibi kalakalıyorsun ve sorularının cevaplarını bulamıyorsun. Bu karanlık anlarda daha çok bencil olduğumuzu, daha sert kararlar verdiğimizi ve o gri alanlarda gezerken kendimizle ve yaşadıklarımızla ilgili bir şeyleri keşfettiğimizi düşünüyorum. Bahadır’da da öyle, Münevver’de de öyle, Feride’de de öyle. Tabii Feride’yi ayrı tutuyorum; hep söylüyorum hayatta neyi istediğini bilen, bunu hissetmiş, farkına varmış ve bulmuş insan kadar hafiflemiş bir insan yoktur herhalde.

A.A.D.: Ama bu senin bakış açından böyle, o kişinin bakış açısından hayatın içerisinde yine zorluklar var. Feride de illaki yaşıyordur bunu. Kendi iç huzurunu bulmuş olabilir elbette…

A.C.: O sınama hali bitmez tabii. Bazı dönüm noktaları vardır insan hayatında

A.A.D.: Kırılma anı vardır değil mi?

A.C.: Evet. Bahadır onu yaşamamış işte.

“İlk Defa Uzun Metraj Bir Film Çekiyorum.

Yaparak, Ederek Öğrendiğim Şeyler Var”

A.A.D.: Kısa filmin “Madun”a baktığımızda İstanbul’daki yasadışı Afrikalı mültecilerin hayatta kalma mücadelesini anlatıyordun; “Bahçeler Put Kesildi” ve “Annemin Solgun Çiçekleri”ne baktığımızda ise çevre/doğa temasına yoğunlaştığını görüyoruz. Jeotermal kuyular, HES’ler, yerinden edilen köylüler, kuruyan dereler, yok olan bitki ve hayvan türleri ülkenin gündeminde epeydir büyük yer tutan ve yara açan büyük meseleler… Örselenene, yok sayılana, yok edilmek istenene doğrultuyorsun kameranı. “Ali Cabbar, kendi sinemasına bu toplumsal-ekolojik duyarlılık üzerinden yol aldıracak” diyebilir miyiz?

A.C.: Böyle diyebilir miyim bilmiyorum ama hikâyemin ortaklaştığı, derdimin aynı yerde olduğu şeyleri anlatacağım; yapmak için uğraşacağım. Benim kişisel olarak mesele ettiğim şeyler sıradan köylüyle aynı; onun her gün karşılaştığı problemlerle ben de bir şekilde karşılaşıyorum. Bülent Şık’ın güzel bir cümlesi var: “İnsan bir ada değil ki her şeyden bağımsız yaşasın.” Aynı adaletsizlikten, aynı kira fiyatlarından, peynirin fiyatının bu kadar yüksek olmasından ben de rahatsızım ve şikayetçiyim. Bunların konuşulmasından yanayım ve kendimi, bu hikâyeleri yapma fırsatı bulabildiğim için şanslı görüyorum. Bu hayalleri benimle birlikte gerçekleştirecek insanlar vardı. Ancak bu ülkedeki çoğu insan yaşanmamış bir hayatla, tanımlanmamış, bulunmamış bir benlikle hayatlarını sürdürüyor ve bunu da en ağır şekilde sıradan insanlar yaşıyor. Ben karmaşık olayları olabildiğince sade anlarla anlatmak istiyorum, çünkü o zaman daha anlaşılabilir olduğunu düşünüyorum. O karmaşanın içerisinden bir yalınlık çıkarabildiğimizi ve onun bize bir şeyler bıraktığına inanıyorum.

Nazan Kesal

A.A.D.: Filmde sadece çevre duyarlılığı, doğa teması yok elbette. Karakterlerin mekânla olan bağı üzerinden de bir anlatım var. Doğayla, bahçesiyle, ürettikleriyle bütünleşen ve bu halinden memnun olan bir anne ile atandığı yerden doğup büyüdüğü yere geri dönen ve huzuru bu şekilde bulduğunu söyleyen Feride Öğretmen. Karakterlerini nasıl kurdun?

A.C.: Şuna yürekten inanıyorum: Bir yerde yaşamak mecburiyetindeyseniz bu büyük bir hayal kırıklığı, ağır bir şey insan için. Bir yere yaşamak için gittiyseniz şayet, bu müthiş bir zenginlik. Feride’yi ayrı bir yere koyuyorum ve Burcu’nun (Gölgedar) konuştuğumuz noktaları çok iyi anlayıp yorumladığını düşünüyorum. Film boyunca ve bittiğinde hep aynı yerdeydik onunla. Mecburiyetlerin diğer insanları sıkıştırdığını düşünüyorum; o kadının, oradan gitmek zorunda olması büyük bir trajedi. O kadının, ömrünü verdiği şeylerin bir şekilde parçalanacağı gerçeğiyle yüzleşmesi çok ağır; öküz gibi oturuyor insanın göğsüne. Ben de bir cevapla altından kalkamıyorum ve kalkmanın kolay olduğunu sanmıyorum.

A.A.D.: Görüntü yönetmeni koltuğunda “Madun” ve “Bahçeler Put Kesildi”de de birlikte çalıştığın Evren Gündoğdu var. Aynı mekânlarda çalışmak her ikiniz için de avantajlı olmuştur. Benzer mekânlarda aynı açıları da kullanmışsınız, tekrara düştüğünüzü düşündürttü mü bu, yoksa en iyisi zaten buydu mu dediniz? Biraz işin tekniğini de konuşalım istiyorum.

A.C.: Bence kısa filmle, uzun arasında bir kulvar farkı var; hikâyenin dinamizmini ve ritmini belirleyen yönden… Sen kısa filmlerimden beri bildiğin için bunun üzerine konuşabiliyoruz ama bunu, bir kişi daha sormayacak mesela.

(kahkahalar)

A.A.D.: Sormadılar değil mi? 😊

A.C.: Soramayacaklar.

(gülüşmeler devam…)

Ben ilk defa uzun metraj bir film çekiyorum ve hikâye anlatma yolculuğumda elimdeki veri zaten çok fazla değil. Yaparak, ederek öğrendiğim şeyler var.

A.A.D.: Ben şunu seviyorum; senaryo ve oyuncu(luk)lar dışında teknik kısımda  katkı sunan insanların adını ve emeğini zikredelim istiyorum.

A.C.: Evren ve Erol, ilk kısalarımdan beri birlikte çalıştığım isimler, “Tek başıma yaptığım şeyler değil” derken bunu kastediyorum, birlikte karar veriyoruz. O anda en doğrusu neyse, onu yapmışızdır. Zaten elimizdeki sokak o; sağa da dönsek o, sola da dönsek o. Bunlar ayrıca bütçeyle de bağlantılı şeyler. Elimizde olan, bizi en makbul, en konsantre çözüme götürüyor çünkü. O kahvehane bizim temel alanlarımızdan biriydi.

“Demir, Duyguların Enstrümanlarını Arayan Bir Müzisyen”

A.A.D.: Buradan devam edersek filmin müziklerini de konuşabiliriz. Demircan Demir imzalı müzikleri çok beğendim.

A.C.: Çok sevindim beğendiğine. Ben, daha çok bize ait tınılar barındıran bir şey istiyordum. Bir formülü yok bunun, formüllerin çalışmadığını düşünüyorum. Deneyen ve arayan insanlar aslında gerçek şeyler ortaya çıkarıyor, senin de hissetmeni sağlıyor. Demir’le birkaç müzik denedik. O, kendi tasarladığı enstrümanlarla çaldı zaten; kendisinin tasarladığı, başka enstrümanları geliştirerek yaptığı enstrümanlardı. “Ben bunu böyle kullanmak istiyorum, senin için de uygun mu?” dediğinde, zaten daha önceden solo kayıtlarını dinlediğim Demir’in bizi götürecek duyguyu ortaya çıkardığını biliyordum.

A.A.D.: Film bittikten sonra mı müziği konuştunuz?

A.C.: Filmin kurgusu bittikten sonra Demir’le tanıştık. Demir zaten burada (Adana’da) ödül almıştı daha önce. İnanılmaz yetenekli biri, duyguların enstrümanlarını arıyor,  öyle duyuyor ki sesleri, çok şaşırtıcı buluyorum bunu. Ben olayı anlatmaya çalışıyorum, o “Dur, enstrümanı bulalım.” diyor.

(güler)

Mesela Bahadır’la Feride’nin oturduğu sahnedeki arp, yani arp gibi bir şey, bendirin üzerine kurdu. Kendisinin yaptığı bir enstrüman ve bana “Bunu böyle deneyebilir miyiz?” demişti. “Tabii ki deneyelim.” dedim. Tek başına yaptı tüm müzikleri, tüm kayıtları tek başına aldı.

A.A.D.: İyi ki sormuşum bu soruyu o zaman, ne güzel bir bilgi çıktı ortaya

A.C.: Bu film özelinde tanıştık ama devam ettikçe onunla da çalışmaya devam etmek isterim. İnanılmaz yetenekli biri.

“Annemin Solgun Çiçekleri” filminin söyleşisi – Adana Altın Koza Film Festivali

“Adana Film Festivali, Cesur Bir Festival”

A.A.D.: “Bahçeler Put Kesildi” pek çok festivali gezdi, ödüller aldı. Şimdi de ilk uzun metrajinla Türkiye’nin en özel festivallerinden birinde, Adana Film Festivali’ndesin, Ulusal Yarışma’dasın; burada olmak neler hissettiriyor sana?

A.C.: Bu çok güzel bir his.Kapının önündeki uzun bilet kuyruğu var ya, sen de görüyorsun, çok mutlu ediyor bu beni; bunun kavgasını verelim işte. Benim sevdiğim ve inandığım sinema, insanla buluşabilen sinema. İzlemesinden söyleşisine, salonun dışında ayaküstü sohbetine değin insana kalan, insanla paylaşabildiğimiz anlar keyifli. Tayfun Abi’nin (Pirselimoğlu) film söyleşisinde biri “Sizin bir önceki filminizi de burada izlemiştim.” dedi. Bu, çok güzel bir şey değil mi ya? Bir şehrin belleğini oluşturuyorsun, main stream (ana akım) dışında insanların belleğine yerleştirebileceğin bir hikâye getiriyorsun festival aracılığıyla. Orhan’ın (Eskiköy) filmi “İki Dil Bir Bavul”u da bu festivalden hatırlıyorum yine. Adana şu yönüyle ayrılıyor bence; “Yaramaz Çocuklar“, Türkiye’deki birçok insanın girmekten korkacağı bir meselenin odağında ilerleyen bir filmdi; İslamcılık ve onun fikirleri üzerinden gidiyordu. Kişisel fikrim, çok cesur bir filmdi. Ama onu ödüllendirecek cesur festival de burasıydı. Bunlar önemli ayrıntılar. Birileri bunları söylediği için cezaevine girdi bu memlekette ama festivalin bu cesareti gösterebilmesini, burada sinema adına bir bellek oluşturmasını çok kıymetli buluyorum.

A.A.D.: Bu söylediklerin Adana için hemen herkesin ortak fikri. Bundan iki yıl önce Umut Subaşı’nın “Sanki Her Şey Biraz Felaket” filmini ödüllendirmişti jüri hatırlarsan, benim favorimdi ama böyle bir netice beklemiyordum mesela, bu kararı da çok cesur bulmuştum.

A.C.: Kendine özgü filmler kıymetli, bir formül sineması yok. İzleme pratiğinizi nasıl beslerseniz, kendinizi sanatsal olarak nereden doyurursanız, sanırsınız ki her şey öyle olmalı. Adana Film Festivali bu yönüyle ayrılıyor tam olarak.   

A.A.D.: Bir sonraki projene, ileriye yönelik hedeflerine dair belli olan, çalıştığın, yapmayı istediğin şeylerden bahsedelim son olarak.

A.C.: Çok projem var. İlk uzun metrajımı çekemedim ben aslında.

A.A.D.: Nasıl?

A.C.: Bütçe, fon bulma, destek alma, prodüksiyon kabiliyeti… Bunların hepsi birbirini domine ederek ilerliyor. Ben, fide satıp ailesini geçindirmeye çalışan bir adamın hikâyesini anlatmak istiyorum, tohum meselesi etrafında örgütlenen insanların hikâyesini… Benim babam çiftçiydi, ailemin yaşadıkları üzerinden anlatmak istiyorum.Parçası olduğumu hissettiğim, benim de bir şeyler katabileceğime inandıklarım üzerinden devam edeceğim. Eğer her şey yolunda giderse, önümüzdeki 10 sene için bir şeyler çekmek istersem, hiçbir şey yazmama gerek yok. Var çünkü.

A.A.D.: Yazılı mı var?

A.C.: Evet, bu böyledir ya hani; her gün bir şeyler yazarız, hikâye toplarız, sonra onu başka bir şeye evriltmeye çalışırız. Hayat fırsat verir, arkadaşlarım da yanımda olursa bu hikâyeleri anlatmaya devam edeceğim.

A.A.D.: Biz de izlemeye devam edeceğiz o halde, çok teşekkür ediyorum Ali

A.C.: Ben teşekkür ederim bu güzel söyleşi için Arzu.

Diğer Yazılar: Arzu Arda Deger
NORMALLEŞTİRİLEN TECAVÜZ ve SEKTÖRÜN ERKEKLİK ZIRHI: VENEDİK FİLM FESTİVALİ PROTESTOLARI
“Asıl istediğimiz, bu erkekleri festivale davet ederek  tecavüz kültürünü normalleştiren, vurgulayan ve...
Devamını Okuyun
Join the Conversation