İyi Niyet, İyi Söz, İyi Eylem…
Size yemin ederim filmi izlemeye önyargısız gittim. Ama ortalama 19 yaşımdan beri beklediğim bir film bu. Film öncesi dedikodulara girmiyorum bile, artık zaman aşımına uğradı. Yok efendim Ben Whishaw oynayacakken son anda Rami Malek seçilmiş, Bryan Singer setten kovulmuş, Robert de Niro casttan memnun değilmiş, vb. Sansasyonal bir takım pr’lar. Bunları bırakıp hemen filme geçiyorum. Öncelikle şunu belirtmeliyim ki filmi iki kez izledim, ikisinde de ağladığımı itiraf ediyorum çünkü ne olursa olsun Freddie için yapılmış bir film düşüncesi ile sinemada bangır bangır Queen dinlemek bile inanılmaz heyecan verici benim için. On kez daha da izlesem aynı etki olur. Ama filmin altyapısızlığını, sığ senaryosunu ve kötü oyunculuğunu göz ardı etmek mümkün değil.
Öncelikle filmde fon yok. İngiltere değil, Türkiye’de hatta Mars’da bile geçebilecek kadar fonsuz bir senaryo. Oysa ülkenin en zorlandığı dönemlerden biri anlatılıyor. 70-86 arası iki işçi iki muhafazakar partiden olmak üzere dört başbakan değiştiren -ki Demir Leydi de bunların arasında- bir ülke. İşsizlik ve fakirlik inanılmaz boyutlarda. Tutuculuk had safhada. İnsanlarının bunalımdan nereye kaçacağını sefaletten ne yapacağını bilemediği bir dönem. İyi bir senaryo, fonu sağlam tutar ki öne koyduğu obje anlamlandırılsın. Londra’nın fare dolu barlarından çıkan çoğu müzik grubu da işte bu yüzden filmin umursamazlığının aksine çok değerlidir. Çünkü tüm sisteme başkaldırılarını müzik ve sözleriyle oluştururlar. Queen ve özellikle Freddie Mercury bunlardandır. Devrimcidir bu müzik grupları. Dönemin sosyal standardını eleştirmek için her kuruma meydan okurlar. Rolling Stones, David Bowie, Roger Waters, Lennon başkaldırı ögeleridir. Hem şiirleriyle hem de müzik üretimine teknik olarak kattıklarıyla. Yaşam biçimine, sexist tutumlara, dinle ekonomik savaşlarla kafayı bozmuş yöneticilere, aşırı tutuculuğa başkaldırıdır bu dönemin müzik grupları. Hem içlerinde hem de dışlarında cinssizdirler. Kalıp tutumlara aldırmadan üretirler ve yaşarlar. İşte tam bu noktada Freddie Mercury’e bakacak olursak, Zanzibar’da geçirilmiş on sekiz yılın ardından geldiği nokta tam burası. Ailesinin iç savaş yüzünden ülkeden kaçışı ve Londra’da kendisini bekleyen acımasız bir fon. Bu acımasızlık hem ekonomik hem de sosyal anlamda canavarlaşmış boyutta. Freddie sanat ve grafik tasarımı okurken bildiğimiz her Alamancı’dan daha zor bir gençlik yaşar Londra’da. Genel geçer kurallara göre dişleri onu değişik gösterir, uyum sorunu katlanılmaz boyutlardadır. Ailesinden oldukça uzaklaşır. Sisteme eklenmeye çalışır. Gündüzleri bulduğu ufak tefek hizmet işleri dışında geceleri de Londra’daki barlara gitmeye başlar çünkü evde sürekli nasihatler dinlemek ve baskı onu iyice dışarı iter. Tabii küçüklüğünden beri kurtarıcısı ve en yakını olmuş olan müzikle de yakınlaşacağı ortamlardır buralar. Bir yandan da geceleri dişleri daha az insan tarafından farkedilmektedir, bu onu az da olsa rahatlatır. Aşırı içine kapalı ve utangaç olduğundan dolayı kolay arkadaş edinemez. Filmin giriş bölümünde tüm bu detayları göremeyen izleyici için havaalanında bavul taşırken “-Ben Pakistanlı değilim.” cümlesinin alevi de işte o izleyicinin içine düşmez. Es geçilmiş ama çalkantılarla boğuşulmuş bir çocukluk ve ilk gençlik dönemi. Ardından barda Smile grubuyla tanışma. Çok kolay alınmış bir solistlik. Gerçek hayatta önce istemezler Freddie’yi. Hem farklı görünmektedir, hem de “Biz zaten hepimiz şarkı söyleyebiliyorduk, bir soliste ihtiyacımız yoktu.” der Roger Taylor. Birçok kez kendisini kabul ettirmek için uğraşır, diretir, peşlerinden gider Freddie. Tam bu noktada Brian May der ki “Bir dünya starı olduğunu önce bize, sonra da bütün dünyaya kabul ettirdi o.”
Tabii gerçek hayatla birebir olacak değil. Senaryo bir kurgudur. Bunu hepimiz biliyoruz. Ancak biyografik film dediğimiz zaman işin içine iyiden iyiye sorumluluklar girer. Kronolojik hatalar biyografik filmlerde kurguya yaslanamaz. Grubun hemen meşhur olması, Amerika turnesine çıkması, hatta Fat Bottom Girl şarkısını Bohemian Rhapsody’den önce söyleyebilmeleri, Freddie’nin We Will Rock You piyasaya döküldüğünde kısa saçlı ve bıyıklı oluşu, Mary ve Jim’le ilişkisi, Aids süreci hepsi baştan sona yanlış. Evet yanlış. Mercury ile Queen’le ilgili şimdiye kadar yapılmış tüm belgesel ve söyleşiler bu denli ortadayken kurgu dediğimiz büyüsel anlatım bir insanın hayatını bu kadar karman çorman edemez, etmemeli. Queen öncelikle filmde yansıtıldığının aksine ilk Amerika turnesinde başarılı olmaz. Freddie ses sorunlarıyla boğuşurken hiç de etkileyici yorumlar alamazlar. Başarısız, beş kuruş parasız berbat bir dönem geçirirler ve bu dönemde birbirlerine kenetlenirler. Film boyunca beş kere gözümüze sokulan “biz bir aileyiz” mottosu bu dönemde anlam kazanır hepsi için. Filmde nedensiz yere birden aile olmaları son dönem bizdeki tanınmış kişi evliliklerinin İngilizcesi gibi görünmekte. Oysa geçirdikleri zorlu dönem başarıya ve müzikal devrimlerine giden yolu oluşturmuştur.
Evlilik deyince özel ilişkilere gelelim. Mary Austin hiç de sahne gerisinin kapı arkasında rastladığı güzel kız değildir. Mary ‘Brian’la çıkan kız’dır gerçekte. Freddie, Brian ve Mary beş ay çıktıktan sonra bir gün Brian’a giderek “Senin kızınla yemek yemek istiyorum, onunla konuşmak istediğim şeyler var.” der, Brian da “Kimse benim kızım değil, ona sormalısın bunu.” diye cevap verir, bunun üzerine Mary ve Freddie buluşmaya başlarlar. Bu anekdot bile iki farklı kültürden beslenmişliğin sembolü gibi önümüzde dururken filmde es geçilmiştir. Oysa Queen’i Queen yapan en değerli özelliklerden biri bu karışımdır. Mustapha Ibrahim’de Freddie’nin gırtlak namelerine Brian’ın Hard gitar eşliğidir. O dönem Mary’nin çalıştığı mağazaya Brian ve Freddie hep birlikte giderler ve alışverişlerinde çok eğlenirler. Freddie ilk olarak moda tasarımları yaptığı, kostümlerini kendisi çizdiği için Mary ile çok ortak yön bulur. Filmde “Mary beni çok iyi tanır.” sözüne kadar pek de tanıştıkları söylenemez. Jim’e gelene kadar da son derece çalkantılı bir ilişki dönemi geçirirler. Mary hırçınlaşır, Freddie iyice ondan kopar. Bohemian Rhapsody dönemine gelince. Filme adını veren şarkının filmde tam çalınmaması ayrı bir es geçme hatta boşluk duygusu yaratan en önemli öge. Keşke filmde koca bir bölüm eserin ortaya çıkma aşaması olsaymış. Çünkü Rhapsody’nin yapılması çok da kolay olmuyor gerçek hayatta. Yönetmenin Amadeus filminden apardığı görüntü gibi ters elle yattığı yerden hoop diye çalmıyor onu Freddie. Bütün besteyi yapması sancılı bir şekilde yıllarını alıyor. Stüdyoya geldiğinde eser bitmiş halde ekibe dağıtılıyor. “Her bir notası tamamlanmıştı.” der Brian May bir söyleşide. Ekibe eserini çaldırdıktan sonra birkaç hafta daha kendisi piyanolarını çalışır ve kayıt böylece biter. Önce ekibe kabul ettirdiği eserini sonra piyasaya kabul ettirmekle uğraşır. Pes etmez hiçbir konuda. Çünkü devrimcidir Freddie Mercury. Mary ile ilişkisinin bozulmaya başladığı dönem iyice performans anksiyetesiyle boğuştuğu dönemdir. Bu başaramama tedirginliği çıtayı inanılmaz yükseltmesinden kaynaklıdır. Kendisini aşmaya öylesine programlıdır ki. Tam bu noktada daha önce grup üyelerinin hepsinin tattığı alkoller ve uyuşturucularla tanışır. Öncesinde grubun yeşilaycı üyesi gibi takılmaktadır. Sigara bilir yalnızca, sıradan sigara. Beyninin kendisiyle iyice uğuldadığı bu yeni döneminde ise başka yönlerini keşfeder. Hayat muhteşem bir yolculuktur ve bu yol kendi içindeki sayısız insana çıkmaktadır. Sanat üretmek için doğmuştur O’na göre. Öndeki fazlalık dişleri bile bunun için yaratılmıştır. O zamana kadarki sınırlarının boyutunu genişletmeye çalışır her açıdan. Bunun müzikal yeteneğini tamamen özgürleştireceğini düşünür. Ancak öyle olmaz. Buhran dolu, kendisiyle sürekli çatıştığı, hoşlanmadığı kimlikleriyle karşılaşıp, boğuştuğu bir döneme girer. Kavramsızlığın içinde yüzerken iyice bataklığın içine gömülür ve sonunda batar. Filmde başarılı olduğu için şımararak uyuşturucuya sarılıp erkeklerle birlikte olmaya karar vermişliği görülürken gerçek hayatta başaramama tedirginliğinin aleviyle kendisini ve yakın çevresini yakar. Bu yangın sırasında sanatsal anlamda çok kavgalar ederler grupla. Bir kavgaları Roger Taylor’ın üstüne davul parçalarını fırlatması ama ona denk geldi sanıp koşarak özür dilemesi, bir başka kavgaları Brian gibi sakin bir adamın stüdyoyu terk etmesi ama bir gün sonra Freddie’nin barışmak için kendisinin gitar kayıtlarını “sana dünyanın en güzel şeyini hediye aldım”, diyerek vermesi gibi inceliklerle son bulur. Yine yakın arkadaşı Elton John’un anlattığına göre, onun çok sevdiği ve yıllar öncesinden aralarında sözü geçmiş Tuke’a ait bir tabloyu ölümünden sonra vasiyeti olarak ona yollatmıştır. Bu arada bir kısa not da benden, Covent Garden’da tanıştığım cateringcisi “biz arka kapıdan yemek götürürdük ama o hep bizi zorla içeri aldırır götürdüklerimizden zorla yedirir içirirdi.”, diye sözetmişti. Kısacası bu yangınlı dönemde bile filmde anlatılan o umursamaz kudurmuş pop stara hiç dönmediğini bütün yakın çevresi anlatmaktadır. Mary o dönem için kendisine yüzük ve pahalı hediyeler aldığından sözeder ama ayrılma nedenlerinin “artık çocuk yapalım.”, dediği için Freddie’nin “Bir kedi daha alsak olmaz mı?” cümlesine kızgınlığı olduğunu söyler.
Jim’le tanışmasına gelince. Freddie Jim’le aids olduğunu öğrenmeden önce birlikte olmaya başlar. Kuaförlük vb. gibi hizmet işleri yapan Jim birkaç kez kendisiyle bir araya gelir ve Freddie ondan etkilenir. Film yine de aids olduğunu öğrendikten sonra Jim’le ikisini tanıştırır. Çünkü filme göre Freddie çok yalnızdır. Aids olduğunu gruba söylediğinde grup üyeleri “hadi bir içki içelim.” Amerikanlığında olamazlar, çok ağlarlar ve anlattıklarına göre evlerine nasıl gittiklerini bile bilemezler. Her geçen gün ise kendilerini kandırdıklarını anlatır Deacon “Her gün stüdyodan çıkarken birbirimize, bu gün daha iyi görünüyordu iyileşecek sanki.”, dediklerini söyler. Filmdeki gibi uzaklaşma hatta solo albüm döneminde yıllarca görüşmeme, birbirlerinden nefret etme süreci hiç yaşamazlar. Şimdi senaryoya döndük ve bitiriyoruz, senaryo fonunu boş bıraktığı gibi içeriği de boş bırakmış. Filmlerde olması gereken düğüm noktaları, çözümler, merak unsuru gibi özellikler olmadığı gibi senaryo biyografik sorumluluğunu da kaale almamıştır. Freddie Mercury’nin o tanımlanamaz, tutulamaz, yakalanamaz iç dünyasını, aşırı duygusallığını, zarafetini, bitmek bilmeyen yaşama ve üretme iştahını, yüzlerce kişiyi ve milyonlarca duyguyu sığdırdığı o güzelim bedeninini, Shakespeare’le Antik Yunan’la, Beethoven ve Hendrix’le, Dadd’le beslenen entelektüelizmini hiç umursamadan O’nu anlatmaya kalkışmış. Bir de tabii Queen grubunun hiçbir müziğini izleyiciye tam dinletmeme gıcıklığı da bana kalırsa filmin en büyük başarısızlığıdır. Sadece filmin sonunda Don’t Stop Me Now’ı klip olarak izleriz.
Öte yandan oyunculuktan sözetmeden geçemeyeceğim. Freddie Mercury kadar hepimizden çok mimiğe sahip bir kimliği Rami Malek gibi bir oyuncuya oynatmak son derece büyük bir risk oluşturmuş ve altından kesinlikle kalkılamamış. Rami elinde varolan 3 mimikle Freddie gibi bir karakteri oynamaya kalkınca zaten berbat olan oyunculuğu onu arzın merkezine postalamış. Mr. Robot’daki robotu oynamalıymış hep Rami. Ki orada da Slater karşısında ezilip büzülüyordu zaten. Rami Malek kötü bir oyuncudur ama onu Freddie’ye yakınlaştırmak koreografının başarısıdır. Evet koreografına ödül verilmeli o derece iyi çalıştırmış. Filmdeki ses, piyano tamamen Freddie Mercury’ye ait olup Rami uğruna Freddie’nin sesiyle oynanmış, sesi inceltilmiş ki ben bunu çok ayıp buluyorum. Filmin saç ve kostüm tasarımı ise en az Rami’nin oyunculuk gücü kadar berbat. Saçları kadınlarından daha değerli olan Roger Taylor’ı film dışında asla oradaki saçla göremezsiniz. Her zaman bakımlı, havalı, jöleli ve fönlüdür. Keza Freddie konserlerinden önce saatlerce saçını fönler ve saçları hepsi için en özen gösterdikleri görsel efektleridir. Tabii Freddie’nin kostüm tasarımlarından sözedilmemesi de ayrı bir es geçme. Annesi anlatır on iki yaşındayken sökülen t-shirtünü getirir dikmesi için annesi de dikemeyeceğini söyleyince eline iğne ipliği alır ve kusursuz diker Freddie –O zamanki adıyla Farrokh-. Ama filmde bırakın kostüm ve saç tasarımlarını, Queen logosunu çizdiğini bile bilen bilir.
Çok uzattım, sabaha kadar anlatacağım çok şey var size ama artık sıkılmayın diye burada keseceğim. Film, fonsuz, duygusuz, ruhsuz ve sonsuz olmuş bana kalırsa. Kısacası Freddie’nin babasının hep söylediği gibi iyi niyetten, iyi sözden ve iyi eylemden uzak bir iş olmuş. Şimdilik film eleştirimi yine Brian May’in bir sözüyle sonlandırmak istiyorum “O dünyanın tanıdığı en muhteşem sanatçıydı, O dünyanın ilk ve tek Asyalı rock starıydı.”…
Bu yazı Ayçe Abana tarafından kaleme alınmıştır.